Kim ne derse desin, bugünkü Türkiye’nin komikliği aile ve devlet düzeninin kargaşasından kaynaklanmaktadır. Bakın nasıl, önce Türkiye’de kimsenin kimseden öğreneceği bir şey yok. Örneğin bugün bir Türk ve ailesini ele alalım: Önce karı koca arasında sözüm ona büyük bir kültür farkı vardır. Koca askere gitmiştir, şehre gitmiştir; berber, lokanta, otel görmüştür. Makyajlı, şortlu ve mayolu kadın görmüştür. Kadın ise köyünde veya kasabasında nenesinin görgüsünde kalmıştır. Daha da donunu ve entarisini uzatmak ister. Hele son zamanlarda Mason Süleyman Demirel ve Hoca Erbakan’ın teşvikiyle kefen misali giyilen yerlere kadar değen kaput ve türbanlar. Evde baba sabah karanlığında kalkar inansın veya inanmasın iki rekat namaz kılar. Okullu oğlu ve kızı da akşam Marx’ı okumuştur. Ve böylece baba çocuklarını kafir, çocuklar da babalarını softa ve gerici bilirler.
Mesela imam camide minbere çıkarak, der ki; “Ey cemaati müslimin dediklerimi yapın ama yaptıklarımı yapmayın!” Peki cemaat içinden biri demez mi ki: “Ah hoca, sen bizi enayi mi zannediyorsun?” Reis-i Cumhurumuz Sayın Turgut Özal televizyona çıkar ve gözümüzün içine baka baka der ki; “Aziz vatandaşlarım! Türkiye’de tüm insan hakları ve demokrasi kuralları saat gibi çalışmaktadır. Hiç şüpheniz olmasın!” Bu kez de vatandaş demez mi ki; “Sayın Cumhurbaşkanı sen bu kuralları Türkiye için mi söylüyorsun, yoksa İsviçre için mi söylüyorsun?” Örnekleri çoğaltabiliriz tabii. İşte ocak ayı da bitiyor. Türkiye’ye daha doğru dürüst yağmur yağmadı. Ekimde toprağa gömülen tohumlar daha her yerde yeşermedi. Ama geçen gün yine Reis-i Cumhur televizyonda dedi ki; “Aziz ve sevgili vatandaşlarım! Bu sene yağmur boldur, inşallah iyi bir mahsul kaldırırsınız.”
Peki, bu durumda Türkiye, kargaşadan nasıl kurtulsun? Mason Demirel mi, Hint edebiyatçısı Ecevit mi, belirsiz saflığıyla İnönü mü veya gariban başbakanımız Akbulut mu bizi bu keşmekeşten kurtaracak? Hele milletvekili ve hükümet erkanımıza bakın. Meclisi bir mahalle kahvesine çevirmişler. Halkın gözü önünde küfürler, dayaklar ve hakaretler gırla gidiyor. Yalnız biz sade vatandaşlardan daha kibar oldukları için birbirine ‘sayın’ demeyi unutmuyorlar. Örneğin, “Sayın Turhan yalan söylüyorsun!” gibi. Görüyorsunuz, en yüce makamdan halka verilen terbiye imajını. Hem ‘sayın’, hem ‘yalancı’. Peki cahil halk bu sözde yalancılığın saygın bir şey olduğu sonucunu çıkarırsa ne yaparsınız?
Hele toplumumuza çekidüzen veren kanunlar yok mudur? Bu kanunlar sanki vatandaşların akıl ve ahlakını bozmak için yapılmıştır. İncelenirse görülür ki, kanunlarımızda yedi düvelin örf ve adeti vardır da, yalnız Türklerin yoktur.
Hem nasıl olsun? İtalya, İsviçre, İngiltere hatta Japonya’dan alınan kanunlarımızda gariban Anadolu halkının örf ve adetleri ne gezer? Mesela usulen mahkemede denir ki; “Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz”. Yani vatandaş yaptığı hareketin kanunlara göre suç olduğunu bilmezse de, o suça göre cezalandırılmaktan kurtulamaz. Ama kocaman profesörlerimiz ve kanun koyucularımız bilmiyorlar mı ki, kanunlarını aldığımız uluslar uygardır. Hepsi okur-yazar ve tahsillidir. Ve kanunlar kendi örf ve adetlerine uygun olduğu için böyle demişlerdir. Ama bizim gibi daha milyonlarcası Türkçe bile bilmeyen vatandaşların olduğu bir yerde, vatandaş devletin binlerce uyduruk ve akıl dışı kanunlarını nasıl bilsin? Mesela hükümet der ki; “2 Şubat’tan Haziran’a kadar iki bin üç yüz altmış bir nolu kanun gereğince tavşan ve lüfer balığı avı yasaktır!” Peki, Türkçe bilmeyen Haso nereden bilecek lüfer balığının ne olduğunu veya nasıl ezberlesin 2361 nolu kanunu? Hatta yalnız Haso değil, Kastamonulu Satılmış da anlamaz.
İşte halimiz bu. Allah bizi bu kargaşadan kurtarsın. Ama o kadar raydan ve zıvanadan çıkmışız ki, tahmin ediyorum artık Allah dahi bizi ıslah edemez.
—————–
3 Şubat 1991