Hamas’ın kökenleri ve tarihçesiyle birlikte nasıl tanımlanması gerektiği üzerine Türkiye ve dünya solunda iki karşıt çizgi tespit etmek mümkün. ‘Hamas destekçisi’ sol çizgi, İsrail devletinin ilanıyla eşzamanlı ortaya çıkan Filistin direnişinin kendi doğal evrimi içinde yerel, bölgesel ve küresel faktörlerdeki değişimin de etkisiyle aldığı son politik biçimin beğensek de beğenmesek de Hamas olduğunu savunur. Batı kamuoyunda Filistin mücadelesinin bütününü şeytanlaştırmak saikiyle olumsuzlanan Hamas imgesi karşısında girişilen semiyotik mücadele, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi gibi radikal sol örgütlerin Hamas ve İslami Cihat gibi teokratik gruplarla birlikte ‘Birleşik Operasyonlar Odası’ adlı ittifakın önemli bileşenleri olduğu gerçeğinde maddi karşılığını bulmaktadır. Dünya solu içinde çoğunluğun fikrini oluşturan bu ‘Hamas destekçisi’ çizgi, İsrail devletinin 7 Ekim sonrası yalnızca Hamas’a değil Filistin halkına ve Filistin direniş geleneğine karşı topyekûn savaş ilan ettiği gözleminde bulunuyor. Bu nedenle de sol güçlerin bütün enerjisini Kassam Tugayları’yla dayanışma doğrultusunda harcayarak İsrail ordusuna 2006’da Lübnan Hizbullahı’nın yaptığına benzer bir askeri yenilgi tattırmanın hayati önem taşıdığı vurgulanıyor.
Bu duruşun tam karşısında, Türkiye’de başka bir bağlamda çok aşina olduğumuz ‘laikçi’ ya da anti-teokratik sol çizgi, Hamas’ın İsrail gizli servisi tarafından Filistin direnişini bölüp zayıflatmak için kurulduğu, bu hamlenin dünya emperyalizmi ve ABD’nin anti-komünist “yeşil kuşak” stratejisinin de bir gereği olduğu gibi iddiaların altını çizer. Kökenleri böyle olduğuna göre, Hamas’ın pratiğini anti-emperyalist ya da demokrat olarak nitelemek mümkün olmasa gerekir. Aylardır İsrail ordusunun toplu katliamı altında ve insanlık dışı koşullarda hayatta kalma mücadelesi veren Gazze halkı ve Batı Şeria nüfusu arasında Hamas’ı Filistin direnişinin önderi olarak görme eğilimindeki artışın izahı ise bu anti-Hamas sol açısından basittir: ‘Yanlış bilinç’.
Küresel politik kültür üzerindeki sol hegemonyanın her geçen gün zayıfladığı bir çağda, Filistin meselesi üzerine sol içinde beliren kümelenme ve kutuplaşmaların önemi haklı olarak sorgulanabilir. Ama sol dışındaki kutuplaşma ve kümelenmeleri belirleyen paradigmanın sıradanlığı, ufuk açıcı bir tartışma için tek verimli adresin solda olduğunu onaylar niteliktedir. Batı merkezci kozmos içinde söze “Hamas’ı kınıyorum” ifadesiyle başlamayan herkese anti-Semit damgası vuruluyor. Onun dışına adım atanları ise Siyonist, emperyalist, soykırımcı İsrail’i lanetleme temelinde Yahudi nefretine yani gerçekten anti-semitizme meyyal tehlikeli ve kaygan bir zemin bekliyor. Bu iki paralel evrenin her birinde “medeniyetler çatışması” ya da “hilal-haç savaşı” paradigması hâkim ve mensup olduğunuz din ya da ‘muasır medeniyete’ asimile olma dereceniz bu saflaşmadaki yerinizi önceden belirlemiş bulunuyor. Filistin meselesi üzerine alacağınız tavır, giriştiğiniz bir akıl yürütme ya da fikir muhakemesiyle oluşmuyor; tekrarlanan argümanlar zaten verilmiş olan hükmün gerekçelerini oluşturuyor.
Siyonist sağ, öncesiz ve sonrasız bir ‘7 Ekim vahşeti’ imgesi üzerinden dünya kamuoyunun anaakımı üzerinde egemenlik kurmayı başarmış görünüyor. Bu imgeyle birlikte anılmasına izin verilen tek vaka Holokost’tur çünkü 7 Ekim 2023 ‘Hamas soykırımı’, Nazi soykırımından bu yana en çok Yahudi’nin bir arada katledildiği vakadır. Siyonist sağın belirlediği bu kontekst içinde ABD ve diğer belli başlı Batılı devletler, İsrail’in Hamas’a açtığı savaşa iki aydır koşulsuz destek verirken Batı kamuoyuna en çok Ortadoğu’nun ‘barbar’ coğrafyasında ‘medeniyetin kalesi’ ya da ileri karakolu olarak İsrail imgesi pompalanıyor. Bu seküler imge, arka-planda geniş bir Judeo-Hıristiyan teolojik referanslar manzumesiyle takviye edilebiliyor. Böylelikle Batı kamuoyu, geçen yüzyılın ilk çeyreğinden farklı olarak Hıristiyan-Yahudi ayrımını aşmış seküler bir muasır medeniyet kimliği üzerinden İsrail’in davası ardında birleştiriliyor. Bu çağrıya uymamak ya da Gazze halkının isyanındaki haklılığa değinmek, anti-Semitizm olarak damgalanıyor.
ABD’nin üç saygın üniversitesinin (MIT, Pensilvanya Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi) yöneticilerinin bir Kongre komisyonu tarafından sorgulanmalarındaki akıl yürütme, bu bağlamda bir örnek oluşturuyor. Bu üniversitelerde öğrenciler, Filistin’le dayanışma eylemleri sırasında “Nehirden denize kadar Filistin özgür olacak” sloganını atıyorlar. Kongre üyeleri, bu sloganın soykırımcı olduğu konusunda hemfikir (nehirden denize kadar olan bölgede İsrail devleti de olduğuna göre bu slogan, İsrail devletinin yıkılmasını, dolayısıyla da Yahudilerin yok edilmesini vazetmekteymiş) ve yöneticilere bu sloganların yasaklanması gerekip gerekmediğini soruyorlar. Onlar da cevaben Anayasa’da güvence altına alınmış düşünceyi ifade özgürlüğü nedeniyle yasaklanamaz diyorlar. Bu nedenle hem üniversite senatolarında işten çıkarma oylamaları yapılıyor hem de kamuoyu tarafından özellikle sosyal medyada linç ediliyorlar. Bir tanesi istifa ederken bir diğeri Kongre huzurunda verdiği ifade hakkında özeleştiri vermek zorunda kalıyor.
Bu örnek, Batılı kurumların ve kamuoyunun güvenlikçi hezeyanla Ukrayna savaşından sonra bir kez daha içine düştüğü ilkel ve kaba seviyeyi gösteriyor. Öte yanda ise, Türkiye de dahil olmak üzere Hamas’ı ya da Filistin davasını destekleyen ülkelerin hemen hiçbirinde düşünce ve ifade özgürlüğü olmadığından yalnızca devletin resmi fikri etrafında ve kontrolü altında beyanatlar veriliyor, eylemler yapılıyor. İsrail’i savunmak ne kelime, Yahudi olduğunu bile saklamak ve buna rağmen ‘Gizli Yahudi’ ya da ‘Sabetayist Dönme’ diye milliyetçi ve İslamcılar tarafından teşhir edilme riski altında hayatta kalma mücadelesi veren nesiller söz konusu. Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Asya’nın Müslüman ülkelerinde Hamas ya da Filistin davasına taraf olmamak ‘teklif dahi edilemez’. Geçtiğimiz hafta İran’daki Yahudi cemaatinin dini önderi olan Hahambaşı, İsrail’i kınayan bir beyanda bulundu(ruldu). Yakın geçmişi hatırlayanlar, İstanbul Ermeni Patriğine okutulan Ermeni devletini ya da ‘ASALA terörünü’ kınayan demeçleri de hatırlayacaktır.
İslamcı-Batıcı bölünmesi yaşamakta olan küresel sağ, aslında karşıt kutuplarda aynı reflekslerle hareket edilen monolitik bir nitelik arz etmekte. Bu bağlamda en büyük risk, güvenlikçi histeri ve savaş psikozu altında otoriter rejimlerle demokratik hükümetler arasındaki en önemli ‘medeni’ fark olduğu düşünülen hak ve özgürlüklerin giderek daha çok askıya alınması sonucu iki cephenin birbirine baka baka daha da kararmasıdır.
Küresel sağın içinde bulunduğu bu basit ve ilkel kutuplaşma, dünya solu içindeki tartışmanın zenginliğini daha belirgin hale getirerek önemini daha da artırıyor. Hamas üzerine zıt ve farklı konumlanmalar, Filistin direnişi üzerine eleştirel fikirler, Siyonizmin ve İsrail devletinin soy kütüğü ve güncel niteliği üzerine tartışmalar, dünya solu genelinde canlı bir fikir ve eylem atmosferinin varlığına işaret ediyor. Bu köşenin bundan sonraki yazıları, bu atmosfer içinde üretilmiş düşünceler ve güncel gelişmeler karşısında ortaya atılan çözüm önerileri üzerinde odaklanacak.