Hakikaten komik oluyor artık. Daha doğrusu sonuçları ağır olmasa ‘komik’ bulabileceğimiz bir laf, şu “aşırı-sağ” kavramı. Gerçi biz, öteden beri alışkınızdır; bu memlekette “aşırı sol” diye bir ucube laf vardır her zaman. İlk bakışta çok bulanık ve muğlak görünür ama aslında hiç öyle değil. Kastedilen, mevcut sınırları, çekilmiş çitleri kabullenmeyen, düzen-dışı soldur. Hepimiz biliriz bunu.
“Aşırı sağ” ise daha farklı. Bizim akademisyen takımımız, politikacılarımız ve çoğu gazeteci arkadaşımız, lafı çevire çevire bir hal olurlar her zaman. Adamlar bildiğin dümdüz Nazi. Ama biz, “sağ popülizm”den, “aşırı sağcı”ya kadar bin tane değişik sıfat uydurup durumu inceltmek için nice uzak derelerden su getiririz. İşin komik yanı, iktidara bağlı medya da dahil olmak üzere basının çoğunun bu kavramı benimseyerek durup durup “Avrupa’da yükselen aşırı sağ tehlike”den söz etmesi. Memleketin üçüncü büyük partisinin eşbaşkanlarını hiçbir yasayı takmadan zindanda tutan ve yüz binden fazla üyesi olan hekim örgütüne kayyım atayan bir iktidar tarafından yönetilen, sokaklarında üç kişinin bir araya gelemediği bir ülkede yaşıyorsunuz; an itibarıyla tarihin gördüğü en ‘aşırı sağcı’ bileşime sahip parlamento bile askıya alınmış halde ve siz “Avrupa’da aşırı sağın yükselişi”nden söz ediyorsunuz. Fıkra gibi.
Fıkra gibi ama değil. Bakın başka bir şeyden söz etmek istiyorum.
Önceki günlerde Fırat Haber Ajansı’nda kanımca çok değeri bilinmeyen bir söyleşi yayınlandı. Dronlar ve SİHA’lar üzerine kapsamlı bir dosya hazırlayan gazeteci Deniz Yılmaz, konuyla ilgili olarak Avukat Selma Benkhelifa ile de konuşmuş. Benkhelifa’nın da aralarında olduğu üç Belçikalı avukat, geçen yılın ağustos ayında dron saldırılarını incelemek için Şengal ve Maxmur mülteci kampına gitmişler, oralarda insanlarla görüşmüşler. Doğrusu, Benkhelifa’nın çıplak dille anlattıklarını okuyana kadar ben de savaşta dron kullanımını sadece teknolojik bir kötülük olarak görüyordum. Heyetin görüştüğü bir Êzidî köyü muhtarının söyledikleri zihnimi açtı: “Türkiye silahlı birini gönderip onu öldürmeye çalışmış olsaydı daha büyük bir olay sayılıp gündem olabilirdi, ama dronun gönderilmesi daha hafif bir konu.”
Aslında, Benkhelifa çok güzel özetliyor durumu. Hukuki olarak tablo şu: İster Türkiye olsun, isterse başka bir devlet, fark etmez, bir mekanizma, X kişisinin öldürülmesi kararını alıyor ve uyguluyor. Savcı değil, mahkeme değil, istihbarat örgütü alıyor bu kararı. Örneğin MİT, öldürülmesi gereken insanlar listesi yapıyor ve dronlar vasıtasıyla infaz ediyor. Bunun 1990’lardaki infazlardan farkı şu; tetiği çekecek insan unsuruna ihtiyaç yok. Onun yerine adeta bir bilgisayar oyunu gibi, tuşlar geçiyor. Böylece devlet, herhangi bir elemanını riske sokmadığı gibi, hukuki sorumluluktan da kurtarmış oluyor. Her şey dijital ortamda gerçekleşirken, olan şeyin adı “faili meçhul” de olmuyor; düpedüz bir “failsizlik/fail yokluğu” durumu ortaya çıkıyor. Daha doğrusu, devlet ve resmi basın çoğu durumda yapılanı alenen üstlendiği için, genel fail var elbette ama son tuşa basan anlamında bir fail yok ortada. Yani devlet ve ordu, bunun bir görev olduğunu düşünüyor ve 90’larda olduğu gibi kendi işini “özel teşebbüse” devretmiyor.
Böylece ortaya öyle bir algı çıkıyor ki, mesela 1990’lardaki faili meçhulleri “kabul edilemez” bulup yarım ağızla kınayan herhangi bir A muhalefet sözcüsü, şimdiki durumu ‘terörle mücadelenin olağan bir yöntemi’ olarak görüyor ve hatta istihbarat örgütünün teknolojik düzeyinin yüksekliğiyle gurur duyuyor. Oysa mekanizma aynı mekanizma. Yargı yok. MGK’de alınan karardan sonra ‘öldürülmesi gerekenler’ listesi yaparak işe girişen Ağar ve ekibinin yaptığı, biraz daha zahmetli ve ilkel sadece. Hepsi o kadar. Sonuçta, her iki durumda da siyasi mekanizma, ‘idam’ kararı veriyor ve uyguluyor.
Altını çizmek gerekiyor. Bu kararların uygulanması sırasında sivillerin de vurulması ayrı bir sorun zaten ama hedeflenen kişinin gerçekten örneğin PKK’nin elemanı olması da sorunu ortadan kaldırmıyor. Bu durumda da karar verici olan yargı değil. Kararı bir siyasi iktidara sadece idari olarak değil, ideolojik ve siyasi olarak da bağlı olan bir kurumun elemanları veriyor ve tabii, idam gibi bu olay da geri dönüşsüz. ‘Hata’ varsa mesela, ‘pardon’ denilemiyor. Ayrıca, dronun hedefindeki bir aracın içinde ‘yok edilmesi gereken’ kişinin örneğin ailesi varsa, başka bir durum daha ortaya çıkıyor.
90’ları lanetlerken durup biraz da bunu düşünebiliriz sanki. Üstelik 90’lardan farklı olarak bugünkü durumda, örneğin mahkeme, dava süreçleri de yok. Çünkü böylece öldürülenlerin çoğu, Batman çarşısında esnaf filan değil; önemli bölümü resmi olarak Suriye ya da Irak yurttaşı gibi görünüyor. Kim nereye başvuracak? Ayrıca mesela Batman çarşısında eşkâl tanıklığı mümkünken, burada o da mümkün değil. Hatta dronlar tam olarak uluslararası uçuş kurallarına da tabi değil; kötü bir durumda dronun sahibi olan ülke, “benim değil” dese, tersini kanıtlamak da zor.
*
Bütün bunların “aşırı sağ” ile bir ilgisi yok tabii. Girişte yazdıklarıma bakmayın siz, laf ola beri gele, girizgâh olarak yazdım onları. Bizde öyle şeyler yok çünkü, olmaz.
Sanki hafif bir ‘otoriterleşme eğilimi’ ihtimali hissedilir gibi oluyor bazen ama geçer geçer. Seçimler var, hukuk var memlekette, daha ne olsun?
Hollanda mı burası?