“ Despotu harekete geçiren cesaret değil, korkudur.”
Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın 2 Ekim 2018 de, Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda vahşice/hunharca katledilmesi sonrasında bütün devletlerin sorduğu soru şu oldu: “Bu cinayetten nasıl kârlı çıkabilirim?”, “elimi nasıl güçlendirebilirim?”. Tabii ana akım medya da cinayete devlet çıkarları doğrultusunda, daha doğrusu oligarşilerin çıkarları doğrultusunda yaklaştı… Gazetecinin öldürülmesi umurlarında bile değildi… Aksi halde ve her şey apaçık ortadayken, aradan yaklaşık bir ay geçtiği halde cinayetin aydınlatılmamış olması başka türlü açıklanabilir miydi?.. Kaldı ki, cinayetin faili bizzat devletin kendisi olduğunda, cinayeti aydınlatmak değil, karartmak, üstünü örtmek esastır… Mesela bu konuda TC’nin zengin bir pratiği vardır… Gerçi şu ana kadar cinayet aydınlatılmış değil ama bu iğrenç cinayetin dünyanın sefil hallerini, burjuva rejimlerinin çürümüşlüğünü, devletlerin nasıl mafyalaştığını, kapitalizmin nasıl bir çöküş sarmalına hapsolduğunu, Ta Westfalya Barışı’ndan (1648) beri oluşagelen uluslararası hukukun ve teamüllerin nasıl yerlerde süründüğünü ‘aydınlattığında’ tek şüphe yok.
Suudi Arabistan, Orta-Çağ kalıntısı tuhaf bir ‘devlet’… Aslında tipik bir devlet de sayılmaz… Adı üstünde Suudi Kralı’nın-hanedanın devleti. Bir aşiretin/ailenin “özel mülkü”. Orada yaşayanlar da Suudi hanedanının kölesi, yurttaşları değil… Suudiler, Vahâbî mezhebine mensupturlar. XVIII. ve XIX. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanıyorlar ama her iki isyan da eziliyor. Ancak, Harb-i Umumî sonrasında (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından Arap Yarım Adası’nın petrolüne göz diken İngilizlerin desteğiyle bir krallık kurmayı ‘başarıyorlar’… İki savaş arasında İngilizlerin, İkinci Emperyalistler arası savaş sonrasında da (1939-1945) dönemin tartışmasız hegomonik gücü haline gelen ABD’nin himayesi altına giriyorlar… Savaşın hemen sonrasında ABD ile ünlü Quincy Paktı imzalanıyor. Buna göre ABD, Suudi Kralını koruma karşılığında petrolün kontrolünü ele geçiriyordu… Bir de Suudiler, Filistin toprağında bir Yahudi devletinin kurulmasına itiraz etmeyecekleri sözünü veriyorlardı…
Cemal Kaşıkçı varlıklı bir aileye mensuptu ve rejime yüksek düzeylerde hizmet etmiş biriydi. İleri sürüldüğü gibi ‘liberal-reformist-özgürlükçü’ değildi. Rejim muhalifi asla değildi. Suriye’de IŞİD Cihatçılarının askerlerin kafasını kesmesini, ‘etkin bir psikolojik taktik’ sayıyordu ve Suudilerin Yemen’e karşı yürüttükleri iğrenç savaşı da destekliyordu. Suriye’nin parçalanması gerektiğini söylüyordu… Gerçi Suriye parçalanmadı ama Veliaht Prens Muhammed Bin Salman (MBS)tarafından Kaşıkçı’nın vücudunun parçalanmış olma ihtimali yüksek…
Teamüllere aykırı olarak Muhammed Bin Salman’ın (MBS), veliaht prens ilan edilmesi ve geçen yılın Kasım ayında gerçekleştirdiği ‘saray darbesi’ sonrasında dengeler değişmiş ve Kaşıkçı ABD’ye kaçmıştı… Tabii Amerikan ‘müesses nizamının’, Amerikan oligarşisinin gazetesi The Washington Post’ta köşe yazarı yapılması da manidardır… Kaşıkçı’nın MBS’ye karşı darbe girişiminde bulunan bir ekip içinde yer aldığı da söyleniyor… Dolayısıyla suçu büyük, katli vacipti…
Aslında Suudiler dışardaki muhalifleri ilk defa katletmiyor… Bugüne kadarki uygulama yakalayıp, içerde infaz etmekti… Bu sefer farklı olan, ilk defa bir ‘muhalifin’ dışarda, Türkiye’de ve daha da önemlisi, konsoloslukta katledilmesiydi… Tabii muhalif temizliği yapan sadece Suudiler değil… Bu, tüm diktatörlüklerin, otokratik/despotik rejimlerin ortak pratiğidir, bir devlet geleneği, bir yönetim pratiğidir… Putin birçok muhalifi Türkiye’de katletti, İran başta Kürt muhalifler (Abdurrahman Kasımlo gibi) olmak üzere, rejim muhaliflerini Avrupa’da ve başka yerlerde katletti… Saddam Hüseyin de çok sayıda rejim muhalifini benzer şekillerde yok etmişti… İstanbul’daki cinayet konsolosluk binasında işlenmiş olması itibariyle bir farklılık arz ediyor… Suudilerin bu cinayetle ‘Konsolosluk İlişkilerine Dair Viyana Sözleşmesi’nin 55. maddesini de ihlâl etmiş oldular…
Cinayeti baştan itibaren hem Türk ve hem de Amerikan istihbaratı biliyordu… Türk istihbaratı bildiğini ‘ihtiyaca göre’ açık ediyor. ABD de, Veliaht Prens’i köşeye sıkıştırıp, azamî taviz koparacak şekilde hareket ediyor. Trump her zamanki üslubuyla, bazen tehdit savuruyor, bazen yumuşuyor… Suudilerden gelecek yüz milyarlarca dolar söz konusuyken, başka türlü yapabilir miydi? Kongreden de Suudi Arabistan’ı zora sokacak pek ses çıkmıyor. Suudiler geçen yıl ABD’ye lobi faaliyeti için 27,3 milyar dolar transfer ettiler… Bu paradan kaç senatör ne kadar nemalandı bilinmez… Geride kalan dönemde Suudiler, petro-dolarları iyi bir insan satın alma aracına dönüştürdüler. Malûm, ‘vermek’ borçlandırmaktır… Suudiler devletlere, politikacılara, kurumlara, medyaya, “Sivil Toplum Örgütü” denilenlere, vb. sürekli rüşvet veriyor ve hepsini kendine “borçlandırıyor”… Muhammed Bin Salman (MBS) Veliaht Prens tayin edildikten bir süre sonra yaptığı Amerika seyahatinde, eski başkanlar, en büyük tekellerin patronları, ünlü Hollywood yıldızları, Amerikan müesses nizamının üst düzey yöneticileri, büyük gazete ve televizyon sahipleri ve yöneticileri, vb. tarafından nasıl karşılandığı hatırlardadır… Siz bu Orta-Çağ artığı karanlıkçı rejime Batıların “hayranlığını” neye yoruyorsunuz? İnsanın aklına Shakespeare’in ünlü Atinalı Timon oyununda paraya dair söyledikleri geliyor… Ah şu lânet olası para…
Fakat sorunun bir de Suudi boyutu var. Suudilerin elinde de ABD’ye karşı kullanabilecekleri önemli kozlar var. Kaldı ki, ABD artık İkinci Emperyalist Savaş sonrasının ABD’si değil. Nitekim, savaş sonrasında ABD, bir başına dünya üretiminin (GSYH) %50’den fazlasını sağlıyordu. Bugün %20’sini üretebiliyor. Aslında bu sadece ekonomik planda değil, jeopolitik ve diplomatik planda da güç kaybı demektir… Elbette bunu söylerken, artık ABD’nin hegomonik güç olmaktan çıktığı ima edilmiyor. Güç kaybına uğrasa da, ABD hala bir numaralı hegomonik güç ve henüz nöbeti ondan devralacak bir aday da ortada yok…
Eğer Trump, ve diğerleri (İngiltere, Fransa, vb.)Kaşıkçı cinayetinin üstüne giderse, Suudiler petrol üretimini kısarak petrol fiyatlarını uçurabilir, mesela varil fiyatı 150-200 dolara tırmalanabilir… Böyle bir şeyin sonuçlarını düşünmek bile ürperticidir… Petrol, kapitalist sistemin damarlarında dolaşan kan olduğuna göre… Tabii Rusya ve Çin’le de yakınlaşabilir, silah alımının yönünü onlara döndürebilirler. O kadar ki, ezeli ve ebedi ‘düşmanı’ İran’la bile daha yumuşak ilişkiler geliştirebilir, en azından bir taktik olarak saldırganlığı geçici olarak erteleyebilir. Böyle bir olasılık, doğrudan yukarda söylediğim ‘hegemonya’ zaafıyla, dünyanın artık “tek kutuplu” olmayışıyla, jeopolitik güç dengelerinin değişmesiyle ilgilidir…
Herkesin sorduğu soruya gelirsek: Cinayet mahalli olarak neden İstanbul seçildi? Öyle ya bu iğrenç cinayet pekala Washington’da, Londra’da da, vb… işlenebilirdi. Aslında bu sorunun cevabını en iyi verecek olan, Veliaht Prens Muhammed Bin Salman (MBS) ama öyle bir şansımız yok… Son dönemde, “Arap Baharı’nın” ardından Türkiye’yle Suudilerin ilişkisi soğudu. Suudiler Müslüman Kardeşleri düşman ilan etti. Türkiye (AKP-Erdoğan) hep Müslüman Kardeşler’in en büyük destekçisi oldu. Bugün de öyle… İkincisi, Suudi-Katar krizinde AKP iktidarı(Erdoğan), açıkça Katar’ın safında yer aldı… Asker gönderme de dahil… Suudiler Türkiye’nin bu tavrını düşmanca bir eylem saydılar. Fakat önemli bir şey daha var: “Arap Baharı’nın” ardından Türkiye, (Erdoğan AKP) Müslüman dünyanın liderliği kuruntusuna kapıldı… Aslında böyle bir şey ‘olmayan duaya amin’ demekti ama bu Erdoğan’ın kuruntulara kapılmasına engel değildi…
Belli ki, muhteris ama tecrübesiz Muhammed Bin Salman, Türkiye’yi zora sokacak bir işe girişmiş görünüyor. “Ben senin ülkende cinayet işleyebilirim, haberin olsun” demek istiyor… Türkiye de cinayeti lehe çevirmekten yana bir tavır içinde. Bu vesileyle şahin bir siyasetçi olan MBS’nin iktidardan düşmesini istiyor. Eğer Veliaht Prens sahneden çekilirse, ilişkilerin düzeleceğini umuyor… Aslında her şeye rağmen Suudilerle AKP’nin ve bir bütün olarak Türkiye’deki Politik İslamcıların Suudi gericileriyle ‘kan kardeşliği’ söz konusudur… Salman’ın Türkiye tercihi yapmasının bir nedeni de bu olabilir… Türkiye’nin en az zararla çıkılacak yer olarak görüldüğü anlaşılıyor… Üç yıl önce (24 Ocak 2015), Suudi Kralı Abdullah bin Abdülaziz el- Suud’un vefatı üzerine Türkiye (Erdoğan iktidarı) bir günlük ‘ulusal yas’ ilân etmişti… “Derin dostluğun” bir nişanesi olarak….
Yemen’e bak anlarsın!
Ana akım medya, Cemal Kaşıkçı’nın iğrenç bir cinayete kurban gitmesine abartılı bir yer verdi. Aynı medya üç yıldır ABD,İngiltere, Birleşik Arap Emirlikleri(BAE)tarafından desteklenen Suudilerin Yemen’de sürdürdüğü jenositten, insanlık suçundan hiç söz ediyor mu? ABD’nin Yemen’e kapsamlı ambargosunun neden olduğu vahşetin, insanlık suçunun haberini de veriyor mu? Yemen’de yaşanan insanlık trajedisinin bir “haber değeri” yok mu? Suudilerin Yemen’e açtığı savaşın başından beri, Dünya’da ve Türkiye’de Yemen hiç gazetelerin manşetine çıktı,televizyonların birinci haberi oldu mu? Her şeyi bilen “konunun uzmanları” öbek öbek televizyonlarda toplanıp saatlerce Yemen’i tartıştı mı? Tartışabilirler miydi? Yemen’e karşı sürdürülen biyolojik savaşın sonuçlarını, Suudi pilotlarının sivil halka yağdırdığı Amerikan bombalarının su arıtma tesislerini ve lağımları tahrip etmesinin kolera salgınını tetiklediğini, gıda üretimini zora soktuğunu, gıda ve ilaç ambargosu sonucu, daha şimdiden on binlerce Yemenlinin açlıktan ve koleradan öldüğünü sorun etti mi? Baştan itibaren ABD’nin hizmetinde olan Birleşmiş Milletler Örgütü (BMÖ) yüksek sesle emperyalist destekli pis savaşı mahkum etti mi? Gereğini yaptı mı? Yapabilir mi?
Yukarıdaki resme iyi bakın. Gözleri önünde açlıktan ve susuzluktan ölmek üzere olan çocukları için dua eden, Tanrı’yı yardıma çağıran bir ana ve bir baba göreceksiniz… Görünen o ki, Tanrı Amerikan ambargosunu aşıp, çocuğun yardımına koşamıyor… Ve o çocuk binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce Yemenli çocuktan sadece biri… Alın size “Yeni Dünya Düzeni”…