Bazen insan hayatının bütününü belirleyen dönemeçler, biraz rastlantılara bağlıymış gibi görünür ama tam da öyle değildir aslında. Hani eski mahallemize gideriz ya bazen, çocukluğumuzun geçtiği yerlere, kahvede öyle bir çember oluşur; ta ilkokuldan, sokak aralarından arkadaşlarınız. Hatırlamalar, gülüşmeler, bazen biri yitirilmişse kısa süren buruk duraklamalar… Bir yandan da ayrılan yollar ve değişen hayatlar vardır. Kiminki daha iyidir, ayrı konu. Eskiden cansa biri yine candır can olmasına ama “Eee, n’apıyon bu aralar” sorusuyla birlikte farklar da su yüzüne çıkmaya başlar. Mahalle ne kadar değişmişse, insanlar da o kadar değişmiştir. Ve hep şunu fark edersiniz: Bir dönemeçte herkese bir şeyler olmuştur. Sizin önünüze başka birileri, başka yol ayrımları çıkmıştır, onun önüne başka birileri, başka yol ayrımları.
Kader değil ama. Yani bir şey olur bazen; eşik gibidir. Biriyle, biriyle karşılaşırsınız, bir şey yaşarsınız. Zaten hazır olduğunuz bir haldir bu. Oldu biliyorum. Ta ne zamandı, lise ikinci sınıf filandı herhalde. Geceydi. Bizim oranın çarşısında çok kalabalık bir faşist grubu, tek yakaladıkları bir çocuğu dövüyorlardı; çok da fena dövüyorlardı hem. Üç kişiydik biz. Ben, diyelim A ve diyelim B. “Çok kalabalıklar oğlum, bulaşmayalım” dedi B. “Olsun” dedi A; “gider biz de dayak yeriz en çok.” Gittik ikimiz, nefis bir dayak yedik; ağız burun dümdüz! Ama bizde bir ferahlık bir ferahlık, anlatamam! Kimin gözü daha mor diye dalga geçiyoruz birbirimizle, deliler gibi gülüyoruz. Sonrası, abimin kitaplarını çalıp okumalar, Gediz kıyısında “çok gizli” (!) toplantılar, boğaz boğaza tartışmalar… Ben ve A, elli yılı aşkın bir süredir birlikte yürür gideriz. B’yi bilmiyorum. Nasıl bir hayatı var, hiçbir fikrim yok.
Öyledir. Bir gün biri gelir hayatınıza girer; siz doğru zamanda doğru yerdeyseniz girer ama. Kapınız açıksa, gönlünüz o buluşmaya hazırsa olur bu. “Ben Bermal” der size; o kadar. “Ben Bermal” der ve sonrası akıp giden bir nehir…
Benim ölçülerime göre hayli genç bir yazar olan Deniz Faruk Zeren, en iyi bildiği ve her seferinde giderek geliştirdiği işi yapıyor yine: Atmosfer yaratmak ve okurun hayal gücüyle oynayıp onu da işin içine dahil etmek. Riske giriyor bunun için. Daha kitabın en başında neredeyse bir sayfa tutan tek bir cümleyle işe girişmek ve hiçbir rengi ve detayı atlamadan bir resim çizmek, zamane okuru düşünülürse evet, riskli. Ama yapıyor bunu ve sonra biz, bu ilk cümlenin hatırına ‘Mazlum Samsa’nın yaşamına dahil oluyoruz. Zamanı tam vermiyor bize ama ispirtolu teksir makinalarından filan kestirebiliyoruz bir şeyleri; ya da arada “günlük gazetemiz çıkmış” denildiğinde aşağı yukarı bir tahminde bulunabiliyoruz. Önce “Ben Bermal”, sonra (Karker) Celal, Ali Sertaç, Azad, Sarı Derya ve başkaları peşpeşe giriyor hikâyenin içine. Başka başka yollardan geliyorlar, bazılarının yaşam öykülerini Deniz bize hiç anlatmıyor ama aynı rüzgâra kapılıp giden insanlar olduklarını biliyoruz. Bir yandan devletle, bir yandan kasabanın karanlık ve erkek damarıyla boğuşan gencecik insanların yoktan var ettikleri bir gücün adım adım gelişmesini izliyorsunuz satır aralarında. Her adımda büyüyen ve değişen Mazlum Samsa’nın, bu işlerin “bir sabah uyanınca dönüşmek” gibi olmadığını anlamasını, kabuğunu kıra kıra içindeki kelebeği özgürleştirmesini adeta onun omzundaki bir kameradan izliyorsunuz.
Çok önceleri tam da Zeren’in anlattığı dönemin (ya da bir öncesinin) canlı hikâyelerini yaşayanlardan dinlemiştim cezaevlerinde. Halkın henüz devrimci çıkışa güvenmediği, daha doğrusu İnce Memed’de olduğu gibi büyük ölçüde güce taptığı zamanlarda çalışmanın bin türlü güçlüğünü anlamaya gayret etmiştim. “Hepsi dizlerinin üstündeydi” diyordu o günlerin öznelerinden biri; “o kadar uzun süredir dizlerinin üstündeydiler ki, biz onların elinden tutup ayağa kaldırmak istediğimizde bunu yapamayacaklarını düşünüyor ve bize öfke duyuyorlardı.”
Deniz Faruk, tam da o günlerin hikâyesini, bizi de içine çekerek, ayazda titretip, ‘komünikasyon’da sigara dumanına boğarak ve tabii ki Bermal’e âşık ederek anlatıyor. Öyle ki, Bermal, artık kişi olmaktan çıkıyor, herkesin gönlündeki başka bir varlığa dönüşüyor.
İsteyen nostalji olarak da okuyabilir ama değil. Dünyanın her köşesinde böyle olur bu işler. Gerçekten, boylu boyunca içine girdiğinizde anlayabileceğiniz tuhaf bir dünyadır o. Tehlikenin lezzetiyle, başarmanın keyifli sigarasıyla örülen başka türlü bir dünya.
Yine de her şeye rağmen, yoktur artık böyle safiyane, romantik şeyler derseniz; bir şey diyemem. Belki de siz birinin gelip gecenin ayazında “Cello cirto ispirto” diye fısıldayamayacağı bir yerde duruyorsunuzdur.
Bir de böyle bakmak lazım sanki…