(…) Türk siyasetçi, gazeteci, bilim insanı vs herkesin doğru bir özeleştiriye ihtiyaçları olduğunu, bunun yolunun da iktidarların Kürt halkına karşı geliştirdiği haksız-hukuksuz uygulamalara tepkisiz kaldıklarını itiraf etmekten geçtiğini bilmeleri gerekir
Seyithan Akyüz
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Yukarıdaki sözler, Alman din adam ve asker Martin Niemöller’e ait. 1. Dünya Savaşı’nda denizaltı subayı olan Niemöller, daha sonra ordudan ayrılarak İlahiyat okumaya başlar. 1930’ların başında ise, Hitler’in partisine açık bir şekilde destek verir. Hatta Hitler ile görüşen ender din adamları arasında yer alır. Ancak Nazilerin verdiği emirleri dinlemeyerek hedef haline gelir. Önce kısa bir tutukluluk durumunu yaşar. Mevcut tavrını sürdürünce, ikince kez tutuklanır ve toplama kampına atılır. Niemöller, yukarıdaki sözleri Yahudilere yönelik gerçekleştirilen soykırıma karşı ses çıkarmamış olmaktan duyduğu pişmanlığı dile getirmek için belirtmiştir. Tabi daha sonra sadece bu sözleri söylemekle yetinmemiş, yaptıklarıyla dünyaca tanınan aktif bir muhalif olmuştur.
Türkiye’de ne zaman tanınan birileri (bunlar ister siyasetçi, medya çalışanı, bilim insanı vb. olsun farketmez) içeri alındığında, işine son verildiğinde veya tüm kapılar yüzlerine kapandığında ez cümle haksızlığa uğradıklarında aklıma Niemöller gelir. Çünkü şu an Türkiye’de de benzer durumu yaşayan onlarca kişi var. İster siyasetçi, gazeteci olsun, isterse bilim insanı veya başka meslekten olsun, insanlar tutuklanıyor, iktidara arka çıkmadığı için işinden oluyor ya da iş yapabilecek tüm kapılar yüzlerine kapanıyor. Ama birkaçı dışında kimse herhangi bir pişmanlık belirtisi göstermiş değildir. Pişmanlık belirtisinden kastımız, bu olayların başlarına neden geldiğini tam anlamıyla idrak eden bir tutum sahibi olmamalardır. Başka bir ifadeyle Niemöller gibi gerçeği itiraf edip ve ardından buna uygun bir tavır ortaya koymamalarıdır. Hal böyle olunca onların tutukluluklarına, işten atılmalarına veya kapılar yüzlerine kapanmış olmalarına tepki gösteren pek olmuyor. Olsa da göstermelik ve kısa bir zaman dilimiyle sınırlı oluyor.
Oysa herkes çok iyi biliyor ki, iktidarlara cesaret veren temel şey, yaptığı hukuksuzluğa kimsenin ses çıkarmamasıdır. Elbette ses çıkarmanın bir bedeli var ve bu bedel göze alınmak durumunda. Ama ödenecek bedel, en son verilen bedelden büyük olmazdı. Çünkü en son ödenen bedel, kendilerinin içeri alınması, işten atılması veya başka bir yaptırıma maruz kalmalarıyla sınırlı bir bedel değildir. Bu, beraberinde haksızlığa karşı toplumsal tepkinin köreltilmesini getirmiştir. Bir toplum için en büyük bedel de, sözkonusu bu tepkinin körelmiş olmasıdır. Günümüzde Türk toplumu maalesef böylesi bir durumu derinden yaşamaktadır. İktidarlar tarafından geliştirilen tüm hukuksuzluklara karşı neredeyse hiçbir tepki gösteremez duruma gelmiştir. Bu da bir toplum için olabilecek en büyük tehlikedir. Zira toplumsallık dediğimiz şey, öyle kuru bir kalabalık değildir. Bunun ötesinde bir ruh, yaşayıp-yaşatan canlı bir varlığı ifade eder. Can damarı ise, kimden gelirse gelsin haksız-hukuksuz uygulama ve pratiklere gösterdiği tepkilerdir. Bu nedenle eğer bir toplumda sözü edilen tepki gösterme iradesi zayıflamış veya kaybedilmişse, o toplum artık ölümle yüz yüze kalmış demektir. Toplumda tavır ortaya koyma yetisini canlı tutan da yukarıda sözünü ettiğimiz (siyasetçi, gazeteci, bilim insanı vs) kesimlerdir. Çünkü bunlar toplumun sözü, gözü-kulağı ve vicdanı olanlardır. Toplum bunlarla görür-duyar, sözünü söyler ve vicdanını harekete geçirir. Türkiye’de bu kesimler maalesef bu yönüyle sınıfta kalmış ve hala kalmaya devam etmektedirler.
Halbuki yaşadıkları şeylerin on katı daha önce Kürtlerin başına gelmiş, ama bu çevreler Kürt değiliz diyerek sessiz kalmışlardı. Evet, Kürt değildiniz bu doğru, ama doğru olmayan şey yaşanan zulmün salt Kürtlerle sınırlı olacağını sanma yanılgısına düşmüş olmanızdı. Hatta bu tavırsızlığın kendi toplumunu dahi içten içe çürümeye götüreceğini öngörmemenizdi. Kürt siyasetçi, gazeteci, düşünürü vs. salt Kürt oldukları için gözaltına alınıp işkenceye uğradıklarında, zindanlara atıldıklarında veya öldürüldüklerinde, bugün yukarıda dile getirdiğimiz muameleye uğrayanlar yeterli sesi çıkarmış olsalardı, belki bugün bunları yaşamaz olurlardı. Yine eğer Kürt illerindeki belediyelere aynı gerekçelerle kayyum atandığında, buna sessiz kalınmasaydı, benzer şeyleri yaşamazlardı.
Bir başka güncel örnek de Yargıtay ile Anayasa mahkemeleri arasında yaşanan tartışmadır. Eğer zamanında Kürtler için yasalar ve Anayasa rafa kaldırılıyor ve bugün bize yapılanlar yarın size yapılacak haykırışları duyulmazdan gelinmeseydi, bugün belki de bu kaosu çıkarma cesareti gösteremezlerdi. Bu nedenle kaybedileni, kaybedilen yerde aramak gerekir.
Dolayısıyla Türk siyasetçi, gazeteci, bilim insanı vs herkesin doğru bir özeleştiriye ihtiyaçları olduğunu, bunun yolunun da iktidarların Kürt halkına karşı geliştirdiği haksız-hukuksuz uygulamalara tepkisiz kaldıklarını itiraf etmekten geçtiğini bilmeleri gerekir. Bu konuda cesaretli olmaları kazandıracak bir davranış olacaktır. Bunu Kürtler için olmasa bile kendileri için yapmalılar. Zira bugün Türkiye’de tüm hukuksuzlukların, hak ihlallerinin, anti demokratik uygulamalar kaynağını Kürtlere dönük yaklaşımlardan almaktadır. Buna sessiz kalındığı için sözkonusu hukuksuzluklar, hak ihlalleri tüm Türkiye toplumuna karşı uygulanmaktadır. Çünkü bu işin doğasında “susma sustukça sıra sana gelecek” kuralı vardır ve şu an bu kural işlemektedir.