Sadık Aslan’ın asıl derdi sınır! Birilerinin yıllar önce çizip bir ülkeyi parçaladığı sınır. Amanos yamaçlarının yoksul ve sıradan insanlarının hikâyeleri sonuçta her seferinde gelip mutlaka nöbetçi kulübelerine ve sınır tellerine dayanıyor
Bekir Yıldız’ın ‘Kaçakçı Şahan’ öyküsünü okuyalı neredeyse yarım asır olmuştur. Çok gençtim o zamanlar, neredeyse çocuktum. Sırayla birimizin evinde “ders çalışmak” için toplanıp “Sosyalizmin Alfabesi”ni tartıştığımız, bu arada ev sahibesi annenin “Allah zihin açıklığı versin”lerini kurabiyeler eşliğinde kabul ettiğimiz günlerdi. Müthiş etkilemişti beni ‘Şahan’ın hikâyesi ve ‘batılı’ bir çocuk olarak başka bir coğrafyayla ilgili algılarımı değiştirmişti. Daha doğrusu zaten henüz iyi ya da kötü bir algım olmadığı için doğrudan doğruya biçimlendirmişti. En çok da öz annesi ve babasının bile köy meydanına getirilen Şahan’ın cenazesini tanımaktan imtina etmesi ağır gelmişti bana. Hakikaten çok ağırdı ama. “Tanrı bu kadınlardan ağlamayı bile esirgemişti” diyordu Bekir Yıldız, “Ölenin kim olduğunu ele vermemek yasalarında vardı çünkü. Ölen kaçakçının evi aranmasın, soyu mimlenip ikide bir sorgu sualin ağzına sürülmesin diye.”
Cetvelle çizmek
Yıllar sonra, bir yazı için Lord Mountbatten’ın (IRA tarafından cezalandırılmıştı) hikâyesini araştırırken şu malum Hindistan-Pakistan ayrılmasına denk geldim. “Cetvelle sınır çizme” meselelerini bilirdim bilmesine ama özellikle Sir Cyril Radcliffe’in yaptığı şeyi okuyunca bir kez daha aklım durdu. Adam 1947’de, bir otel odasında, geniş bir masanın üzerine sofra bezi gibi yaydığı haritanın başına çöküyor, beş hafta boyunca çiziyor çiziyor ve ortaya sonradan milyonlarca insanın birbirinin kanını döktüğü bir mezbahaya dönüşen bugünkü Hindistan-Pakistan sınırını çıkarıyor. Londra’ya döndüğünde de bir röportajında “Keşmir diye bir yerin varlığını o günlerde hiç bilmediğini” söylüyor büyük bir pişkinlikle.
Seslensen duyulur ama…
İnsanlık tarihinin en ahlaksızca şeyi nedir diye biri sorsa bana, hiç tereddüt etmeden ‘İlaç sektörü’nden sonra ikinci sıraya ‘sınır taşı’ denilen korkunç nesneyi koyarım. Tam olsun diye söyleyeyim; hudut ‘namus’ değil, bal gibi namussuzluktur aslında. Siz şurada yaşıyorsunuz, sevdiğiniz insanlar öte yanda ve onları görebilmeniz için adına ‘pasaport’ denilen şeye ihtiyacınız var; çünkü aranızda tel örgüler, duvarlar, mayınlar, nöbetçiler ve daha bir sürü şey var.
Nusaybin’de gözümle gördüm. Kentin içinde yürüyorsunuz, bir yere geldiğinizde mesela önünüze bir tel örgü çıkıyor ve seslensen duyulacak bir uzaklıkta Qamişlo’yu görüyorsunuz. Buradakiler oradakilerin, oradakiler de buradakilerin akrabası ama vakti zamanında birileri ellerine cetveli alıp aslında tek olan kenti ve tek olan ülkeyi birbirinden ayırmış; ortaya bir ucube çıkmış.
Efrîn’in huzuru
Sadık Aslan’ın ‘Baştan Başa’ adlı öykü kitabını elime aldığımda, açıkçası yazarın kimliğinden ve cezaevinde oluşundan ötürü çok ateşli bir siyasal içerik beklentisi içindeydim. Siyasal ve çatışmalı, patlamalı çatlamalı bir içerik. İlk öykülerde duraladım biraz. Sakin, huzurlu, neredeyse pastoral köy hayatları filan derken, bir noktasında gerçek gelip yüzüme çarptı. Başka bir şey anlatıyor aslında Sadık Aslan. Avdo, Muğdat, Sultan Hala, Canê filan derken, hep etrafında dönüp durduğu, her sayfada en az bir kez getirip karşımıza diktiği bir şey var: Sınır! Yani tamam, arada bir ‘devrimciler’ ya da ‘muhaberat’ hayatlara kenarından köşesinden sızıyor ama asıl olarak sınır boyunda, daha ağırlıklı olarak Adama bölgesinde yaşayan ve bir günü önceki günden çok farklı olmayan küçük ve yoksul insanların hikâyelerini okuyoruz. Avdo’nun karıştığı işler, Sultan Hala’nın vakarı, Henê ile Arif’in tuhaf aşkı ve daha bir sürü şey akıp giderken her şey normal ve sıradan gibi görünüyor; 2018 öncesi Efrîn’ini anlatıyor Aslan, bölgenin kendi yağıyla kavrulurken henüz huzurlu ve tekdüze olduğu zamanları. Ama yine de bu gündelik, yalın akışın ortalarında bir yerde hep sınır var. Karşı taraf var. Karşı tarafın merak edilmesi var. Bazen karşıya geçmek için göze alınan tehlikelerle, bazen ‘ayarlanmış’ askerlerin boş bıraktığı yerlerden yapılan basit kaçak işleriyle, bazen çocukların taşlayıp eğlendiği nöbetçi kulübeleriyle her hikâyenin değip geçtiği ya da varıp dayandığı yer, yine o dikenli teller oluyor ve aslında böylece ‘sınır’ kavramı her hikâyeyi içinde anlattığı insanlardan bağımsız olarak politikleştiriyor.
Viran edilen hayatlar
Bir gazeteci olarak Aslan’ın hikâyelerini okumanın can yakıcı yanı ise, öykülerde ismi geçen yörelerin neredeyse tümünü savaşlar ve yıkımlarla hatırlıyor olmak. Efrîn, Raco, Sîluk ve daha bir dizi kent ve kasabalardaki yıkımı hatırlarken, insan nasıl bir toplumun darmadağın edilip göç ettirildiğini ve anlatılan her karakterin şimdilerde muhtemelen Şehba ya da benzeri kamplarda yaşıyor olabileceğini düşünüyor; tabii anlatılan mekânların da şu anda ‘ganimet’ olduğunu… Öyküleri okurken sanal medyada bir fotoğraf görüyorum örneğin; bir duvara “Roma’yı bilmem ama Raco’yu biz yaktık” diye yazıp önünde poz veren askerler var fotoğrafta. İnsan ister istemez o duvarın öykülerde anlatılan evlerden birine ait olabileceğini düşünüyor…
Sadık Aslan iyi bir yazar bu arada. Has bir öykücü. Diğer kitaplarını okuyamadım ama öyle cezaevinde canı sıkılmış da bir şeyler yazmış gibi değil. Bir tarzı var ve ondan hiç şaşmadan bazen insanın ağzını açık bırakan müthiş cümlelerle kuruyor öykülerini. Su gibi akıyor her şey.
Kesinlikle okunmalı. Özellikle şu mahut “Zeytin dalı Operasyonu” hikâyesini haberlerden izlemiş olan insanlar, orada ne olduğunu ve neyin mahvedildiğini anlamak için okumalı.
En çok da sınırı, sınırların neden yıkılması gerektiğini anlamak için…