Sevgili Ali Ergin’le (Demirhan) bir ara konuşmuştuk ve şakaya vurup “olur abi yapalım” demişti ama sonra o da unuttu, ben de. Bir kitap projesi. Adı muhtemelen “Küresel Derin Koalisyonun Teritoryal Kodlamalarının İzdüşümlerinin Anatomisi” gibi havalı bir şey olacaktı. Yazması kolay. Bir hafta yeter bana. Hindistan’ın Bihar eyaletinin tapu müdürüyle Arjantin istihbarat teşkilatı şefi ve Kongo ordusu levazım albayı bilmemkimi gizli toplantılarda buluşturuyorsun; şampanya içerken Alaska’da iç savaş çıkarmayı filan planlıyorlar, vs. vs… Böyle bir şey işte. Satar mı satar; vallahi satar! Bu memlekette alıcısı var. Biraz para kazanıp yedikten sonra basın açıklaması yapar, bütün bunları neremizden uydurduğumuzu açıklarız diye düşünmüştük ama kısmet işte; olmadı.
Şaka gibi görünüyor ama 1996’da ünlü fizikçi Alan Sokal bunun bir başka türünü yaptı. Adam o günlerde esen postmodernizm fırtınasıyla dalga geçmek için abuk sabuk cümlelerden oluşan “Aşılan Sınırlar: Kuantum Kütleçekiminin Dönüşümsel Bir Betimlemesine Doğru” başlıklı bir makale yazıp şöhretli bir dergide yayınlattı ve sonra da yazdıklarının saçma sapan şeyler olduğunu açıkladı. Wikipedia’da hâlâ ‘Alan Sokal Vakası’ diye madde var.
Hakikaten ama tuhaf bir hale gelmeye başladı bu ülke. Yaşananlar çok iç acıtıcı olmasa, ortalıkta kan içinde yüzen çocuk ölüleri olmasa, tamam, eh n’apalım, böyle bir şey de var deyip geçeriz ama durum artık çok ciddi. Ne kadar ciddi biliyor musunuz? Bakın söyleyeyim. Şimdi, şu anda mesela Mahir Çayan yaşıyor olsa ve İsrail Başkonsolosu’nu alıp götürse, vallahi de billahi de bu ülkede binlerce insan “bunun bir FETÖ oyunu olduğunu” iddia edebilir ve inanın on binlercesi de Çayan’ın İran ya da ne bileyim Rus, Çin, vs. istihbaratının ajanı olduğuna yemin edebilir; bir o kadarı da “İstanbul’un göbeğinde bu işin nasıl yapılabildiği” sorusu üzerinden “aslında eylemi MİT’in organize ettiğini, perde arkasında Erdoğan’ın olduğunu” gözünü kırpmadan öne sürebilir.
Durum budur. Vallahi de budur, billahi de budur!
Çünkü artık dünyada olup bitenlerin tamamının “büyük güçler” tarafından planlandığı, halkların iradesinin sıfır olduğu, hiç kimsenin asla ve asla bu büyük oyunların çerçevesinin dışına çıkamayacağı, gezegen üzerinde kıpırdayan hiçbir yaprağın kontrol dışında kıpırdamadığı, kıpırdayamayacağı, öyleyse aslında artık her yapılan eylemin ya bu güçler tarafından kışkırtılmış ya da izin verilmiş olduğu, kısacası halkların sadece iradesiz değil aynı zamanda geri zekâlı olduğu, bu ülkede sabitlenmiş bir fikir haline gelmiş durumdadır.*
Elinde çubukla harita önünde gevezelik eden emekli generalleri anlıyorum; emekli maaşı yetmiyor adamların, televizyon programlarına çıkıp üç kuruş kazanıyorlar. Kolay da zaten. Ortadoğu burası. “Jeostratejik konum”, “petrol”, “vekâlet” gibi lafları cümle içinde kullanabiliyorsan, mahalle kahvesinde de, televizyon ekranında da giderin var.
Ama işin geri kalan bölümünü anlamak mümkün değil. Şurada, üç adım ötemizde her gün yüzlerce insan katlediliyor, hastaneler, ambulanslar, okullar kan içinde yüzüyor. Bir yandan katillerle iş tutup, diğer yandan sokaklarda taraftarlarının gazını alan riyakâr iktidar gözümüzün içine baka baka yalanlar söylüyor; diğer yanda ilk şaşkınlığı atlatan milyonlarca insan Sırbistan’dan Brezilya’ya kadar dünyanın her köşesinde ayağa kalkmış durumda ve birçok yerde işçiler adeta 1914’ü hatırlatır biçimde rıhtımlarda İsrail’e giden ürünleri bloke ediyorlar ve biz hâlâ çok değerli analizlerimizi Filistinlilere ve dünyanın geri kalanına püskürtmekle meşgulüz. Bir yandan da AKP trollerine laf yetiştiriyoruz, ikiyüzlü iktidarınıza niye tepki göstermiyorsunuz diye; sanki bu onların göreviymiş gibi.
Herkesin de bir mazereti var. Kürtler söz konusu olduğunda Yenikapı hizasına giren ulusalcısı, resmi ‘laik’ muhalefeti bir yandan ‘batılı’ İsrailliler ile kara suratlı Arapları kıyaslarken İsrail’in bal gibi bir ‘şeriat devleti’ olduğunu atlıyor ve diğer yandan Filistinlilerin “bacak kadar boylarıyla” bu işlere girişmesini ayıplıyor. Öte yanda ise, korkunç bir bellek zayıflığı ile 75 yıldır süren kıyımı, işgali, sömürgeciliği bilmeden tarihi 7 Ekim’den başlatan ve televizyonda ne gördüyse inandığı için Filistin’i Hamas’tan ibaret zanneden yeni kuşaklar, tereddüt ve kafa karışıklığı içinde kenarda bekliyor. Aynı tarih bilinci eksikliği, “Bizim ne işimiz var Filistin’le” diye düşünen genç insanlarımızın, doğru soruyu sormasını da engelliyor: “Hüdapar’ın ne işi var Filistin’le?”
Diğer tarafta ise, evet, tamam, Rojava ve Federe Kurdistan’da olup bitenlere karşı ağzını açmayanların “Filistin duyarlılığı” bir riyakârlık olarak hepimizi çok sinirlendiriyor ama bu, şimdi, şu anda Gazze’de bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen soykırımı ortadan kaldırmıyor. Israrla hâlâ apaçık soykırımı “Hamas-İsrail savaşı” olarak adlandırarak yaptığımız “aslında mesele öyle değil şöyle” gibi değerlendirmeler de durumu değiştirmiyor. Bu değerlendirmeler yüzde yüz doğru olsa da değiştirmiyor. Soykırımcıların ne Türkiye’de, ne Gazze’de, ne de dünyanın herhangi bir yerinde bahaneye ihtiyacı yok; hiç olmadı. Saddam Halepçe’yi gaza boğduğunda hangi bahaneye ihtiyacı vardı? Enfal harekâtı zaten varken, Kürtlerin yok edilmesi için yeminler edilip kararlar alınmışken, gazdan boğulmuş bebeklerden Saddam’ı ve Kimyasal Ali alçağını değil de başkalarını mı suçlayacağız?
Elbette Kürtler söz konusu olduğunda ortaya çıkan riyakârlık ve ahlaksızlık üzerine günler geceler boyu konuşabilir ve bu zihniyeti binlerce kez lanetleyebiliriz ama o günler ve geceler boyunca yanı başımızda çocuklar paramparça ediliyorsa, her saniye durum daha da vahimleşiyorsa, “büyük güçler”, “kurban edilen Gazze”, “pinpon masası” analizleriyle yetinemeyiz. Farkında mıyız bilmiyorum ama -demokratik alanda- epeydir analizi bol aksiyonu zayıf bir yerden gidiyor her şey. Daha doğrusu “analiz yoluyla sokaktan uzaklaşma” gibi bir şey var adeta. Hiç düşünmüyoruz oysa, kırk tane analiz yapsaydık Gezi olur muydu? Ve mesela Gezi’de Erdoğan yıkılsaydı da şu kıytırık muhalefet maazallah iktidar filan olsaydı, biz sokağı devrimci biçimde yönetemedik diye kendimize kızardık kızmasına da sokağa çıkmaktan pişman olur muyduk?
Yani, özel olarak Gazze sorunundan değil, bütün demokratik/özgürlükçü güçler açısından 10 Ekim katliamından bu yana yaşanan, seçimler ve seçim mitingleri dışında pek bozulmayan “büyük işlerden kaçınma” eğiliminden de söz ediyorum. Demokratik güçler, -bu güçlerin politik ve sendikal yöneticileri her gün “yoksulluk derinleşiyor” diye demeçler verirken- büyük ve merkezi bir “Zamlara-Yoksulluğa Hayır” mitingi bile hayal etmiyor mesela; yapılanlara da zaten kendi üyelerini götüremiyorlar. Milyonlar açlığa mahkûm edilmişken 1 Mayıs ilkbahar, savaş gerçekliği her gün canımızı yakarken 1 Eylül de sonbahar etkinliğine dönüşmüş durumda. Ürkütücü olan budur. Gazze kendi ölülerini kaldırır da bizim siyasi cenazemizi kimin kaldıracağı meçhuldür.
Sonuç olarak, bölgesel dengelerle ilgili pragmatizmi bile anlayabilirim biraz, anlamaya çalışırım en azından ama onun da bittiği bir yer vardır, mutlaka vardır. “Bizim de büyük dertlerimiz var” diyerek yürünemez bu yol. “Dünyanın neresinde olursanız olun; inen haksız bir tokadın acısını yüreğinde hissedebilmektir insan olmak” diyor Che. Edebiyat değil bu; bizim gerçeğimiz, halkların gerçeği. Biz bununla varız ve bu olmazsa geri kalan her şey koca bir boşluktan ibarettir.
Günün sonunda Amerikalısı da, Rus’u da, bilmemkimi de gider bu topraklardan. Geriye biz kalırız, Ortadoğu’nun çulsuzları, yalınayakları…
Bizim bizden başka kimsemiz yok. Vallahi yok!
***********
* Yazıyı bölmemek için konuya girmek istemiyorum ama soldaki aşırı legalleşme eğiliminin bir ayağının da “kontrol dışında zaten olunamayacağı”na dayandığını not edebiliriz.