Geçtiğimiz hafta İstanbul’da 78 imzalı bir “Barışa Çağrı” deklarasyonu yayınlandı. Deklarasyon Yeni Yaşam’da da, diğer özgürlükçü ve demokratik mecralarda da yayımlandı.
Çağrı, 1993’ten bu yana süre gelen, özellikle, 2013-2015 arasında “Türkiye’de ilk defa çatışmasızlık ortamı ve ciddi bir toplumsal huzur ve barış iklimi sağlan[masına]” olanak veren önceki barış girişimlerine de göndermede bulunuyordu.
Bildiriyi yayımlayanlar “[…] bu sürecin en temel özelliği[nin] hükümetin ve devletin birinci muhatap olarak görüştükleri kişinin, Kürt tarafının da işaret ettiği gibi Abdullah Öcalan olması[na]” özellikle dikkat çektiler. “Barışın savunulması ve inşasında […] inisiyatif alıp çözüm üretebilecek muhatapların başında Abdullah Öcalan[’ın geldiğini]” hatırlattılar ve kendisinin “32 aydır her türlü Anayasal ve yasal hakkından mahrum bırakıl[dığını], ailesi ve avukatları[nın] haber alama[dığını]” özellikle vurguladılar.
“Çoğulcu, kapsayıcı ve dinamik yapısıyla toplumsal hareketler” ve “TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler”i “[…] savaş politikalarına karşı çıkarak, demokratik çözüm ve barış sürecini zorlama[ya], her iki zemini karşılıklı besley[ip], güçlendir[meye]” davet ettiler.
İmza sahiplerine teşekkür borçluyuz. Özellikle, barış ve demokrasi bayrağı arkasında toplanmaları büyük önem taşıyan toplumsal ve politik muhalefet dinamiklerinin son derece kötü yönetilmiş 14-28 Mayıs seçim süreci sonrasında sürüklendikleri moral bozukluğu ve kafa karışıklığına son vermek üzere dikkatleri yeniden barış ve demokrasi hedefi üzerinde toplama çabaları çok değerli.
Çağrıda da ifade edildiği gibi, barış girişimleri silsilesi 1993’ten bu yana süre gidiyor. Savaş ve çatışma durmadıkça barış çabalarının da durmayışı esasen bir sağlık belirtisi: Toplumun akıl ve vicdanının işlemeye devam ettiğine dair capcanlı bir gösterge.
Bununla birlikte, üzerinden günler geçse de Türkiye’deki muhataplarının –“çoğulcu, kapsayıcı ve dinamik yapısıyla toplumsal hareketler ve TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler”- çağrıyı işittiklerine dair kuvvetli belirtiler görülmedi.
En güçlü yankı aynı gün Diyarbakır’dan gelmişti. Aralarında demokratik kitle örgütleri, dernek ve siyasi partilerin de olduğu 172 kuruluş Kürt sorununun demokratik ve barışçıl temelde çözümü için “Şimdiden geleceğe doğru özgürlük çağrısı” başlıklı bir deklarasyon açıklamışlardı. Ne var ki, Kürt halkının öncü kesimlerinden gelen bu canlı karşılık muhalif sosyal medyada olsun kendisine güçlü bir karşılık bulamadı.
Ancak bütün bunlar, girişimin değerini azaltmıyor. Tersine toplum ve siyaseti demokrasi ve barıştan yalıtmak üzere kurgulanmış medya kontrolü ve dezenformasyon ağlarını aşmak için harcanması gereken çabaların büyüklüğünü bir kez daha ortaya çıkaran bir keşif girişimi olarak da önem kazandığını söylemek gerekir.
Ancak, bu gelişme[me]lerden anlamlı bir sonuç çıkartma sorumluluğu doğrudan doğruya imza sahiplerinin omuzuna bırakılamaz. Çağrının muhatabı kılınmış olsalar da büyük çoğunluğu barış ve demokrasiye düşman olan “parlamentoda grubu bulunan siyasi partiler”in bu aşamada deklarasyona bir “sessizlik komplosu”yla yanıt vermeleri eşyanın tabiatından.
İş ve görev, 2013-2015 arasındaki “Barış ve Demokrasi Konferansları”nı düzenleyen, katılan, bu konferanslara sunulan tebliğler ve “sonuç bildirgeleri”ne katkıda bulunan, toplumsal, politik, akademik ve entelektüel etkinliklerini bu konferanslarda gelişen temalar doğrultusunda sürdüren kişi kurum, topluluk ve inisiyatiflere düşüyor.
Bu kuruluşların başında Halkların Demokratik Kongresi (HDK) geliyor. HDK kendisini sahnenin önüne koymadıysa da özellikle Mayıs 2013’teki I. “Barış ve Demokrasi Konferansı”nın ve Ekim 2014’teki “II. Konferans”ın içeriğinin, kurgusunun, katılımcılarının, mutfağının, lojistiğinin, iletişiminin başlıca etkinlik kaynağı ve merkezi olduğunu şimdi anımsamakta yarar var.
Geriye dönüp bakıldığında, birincisi nispeten daha elverişli koşullarda ikincisi bir yıl sonra apansız gerileyen daha elverişsiz koşullarda gerçekleştirilmiş olan ama her ikisi de içinde gerçekleştirildikleri dönemde barış ve demokrasi çabalarına doğrultu kazandırmakta önemli katkı sağlayan bu konferansların deneyimlerinden hareketle şimdi III. Barış ve Demokrasi Konferansı yönünde ilk adımı atmak görevinin doğal olarak HDK’nin omuzlarında olduğunu söyleyebiliriz. Bunun mutlaka “en, en, en… adım” olması gerekmiyor. Ama bir yerden başlanacaksa, o yer burası.
HDK, barış ve demokrasi misyonu bağlamında sürekliliğin ve kurumsallığın bir imkânı ve değeri olduğunu da kendisinin bu bağlamda hala bir anlam ve öneme sahip bulunduğunu da bu işe kalkışarak gösterebilir. Böylece hem son çağrının 78 imzacısını yalnız bırakmamış, hem de adanmış ve örgütlü bir arka plan olmaksızın hiçbir etkili ve çığır açıcı girişimin gerçekleşmiş olamayacağını bütün demokrasi ve barış gönüllülerine bir kez daha hatırlatmış olacaktır.
Barış ve demokrasi çağrısı bunca şiddet ve zulüm ortamında yankılanmıyorsa, bu, bir yandan çağrının topluma ulaşmasını önleyen yalıtkan engeller yükselirken, öte yandan çağrının henüz o engelleri aşacak iletişim gücüne ulaş[a]amamış olmasındandır. Bu engeller ancak önceki deneyimleri arkalayarak ve kurumsal sürekliliğin gücünü donanarak aşılabilir. Çağrıya iletişim gücünü kazandıracak olansa her şeyden çok bütün tonların ve bütün renklerin kendileri olmasa olmayacağı duygusuyla bu büyük koroya katılma arzularının kabından taşmasıyla ilgilidir.