Bir iktidar biçimi olarak sansür kendi zayıflığına işaret etmektedir. Sansür mercilerinin ifadenin, eleştirinin, açık uçlu sorgulamanın gücünden duydukları derin korkuyu dolaylı olarak kabul etmektedir
Çok sayıda akademisyen sansüre, hapis cezasına ve sürgüne maruz bırakılıyor. Pozisyonlarını kaybettiler, araştırmalarına ve ders vermeye tekrar devam edip edemeyecekleri konusunda endişelenmekteler. Siyasetleri nedeniyle veya bazen de sahip olmadıkları fakat varsayılmış ya da onlara atfedilmiş görüşlere ve yakınlıklara istinaden akademik pozisyonlarından mahrum edildiler. Ayrıca mesleklerini de kaybettiler. Bir akademik pozisyon pek çok nedenden kaybedilebilir fakat ülkelerini ve istihdam pozisyonlarını terk etmeye zorlananlar aidiyet duydukları topluluklarını da kaybediyor.
(…) Akademik kariyer, çalışmanın içeriğinin mevcut güçler için tehdit teşkil ettiğinin belirlenmesi -gerçek veya hayal edilen- gerekçesiyle üniversiteler veya hükümetler tarafından yok edilebilir. Devletin gazabına uğranmasına yol açan belki bir ders programı ya da danışmanlığı yapılan bir tezin konusudur; belki de kişinin üniversite içinde veya üniversite duvarları dışında almış olduğu politik duruşlardır -sendikalaşma, sivilleşme, milliyetçilik karşıtlığı. Bu duruşlar, sansürler ve bir kariyeri yok etme ve bir yurttaşı ihraç etme gücüne sahip olanlar tarafından çarpıtılır. Kişinin gerçek duruşları abartılır, şeytanlaştırılır ve sansasyonelleştirilir. Demokrasi çağrısı isyana teşvik olarak yorumlanır, barış çağrısı terörizmle ittifaka dönüştürülür, özgürlük çağrısı şiddete çağrı kabul edilir.(…)
Cezalar pek çok biçim alıyor: Sürekli taciz, şiddet tehditleri veya şiddetin kendisi, kara listeye alma, gözetim, yayınlara açık ve örtük sansür, hukuki usule aykırı kapalı sorgular ya da halka açık duruşmalar, açık tehditler, üniversiteden atılma, ülkeden sınır dışı edilme. Örneğin, sadece Türkiye’deki Kürt meselesi üzerine ders vermesi ve danışmanlık yapması kabahat sayılmakla kalmayıp suçunu ispat edecek hiçbir delil bulunmadığı halde bir çarşıdaki patlamayla haksız yere ilişkilendirilen Pınar Selek’e karşı yirmi yıldır sürdürülen hukuki işkenceyi ele alın.(…)
Sansür elbette eleştirel sesleri susturdu ve kariyerler bitirdi. Fakat bir iktidar biçimi olarak sansür kendi zayıflığına işaret etmektedir. Sansür mercilerinin ifadenin, eleştirinin, açık uçlu sorgulamanın gücünden duydukları derin korkuyu dolaylı olarak kabul etmektedir. Açıkça otoriter rejimlerinki yükselişte görünüyorlar, hükümetin açıktan eleştirisine ancak eleştirel düşüncenin politik gücü bulunmadığından emin olduklarında izin verdiklerini görebiliyoruz. Sansür her zaman korkunun dolaylı bir itirafıdır. Sansürcü korkak biri olduğunu açık eder. İfadeden korkar ve onu zaptetmeye bakar. Korkusu, muhalifinin ifadesine belki sahip olduğu belki de sahip olmadığı bir güç atfeder. Korkak, başkalarında da korku yaratmaya çalışır. Ve seminerden,
sendikalaşmadan, heterodoks görüşlerden ya da ekonomik ve toplumsal hâkimiyeti sorgulayan yeni çalışma biçimlerinden sonra sansürcüler gelmeye başladığı zaman, işte o zaman mesajı alırız: İfadeye dönüşen düşüncenin politik gücünden korkuyorlar. Akademik özgürlükle sürdürülen eleştirel sorgulamanın, siyasi otoritenin tartışılmasını yüreklendirebileceğinden ve geliştirebileceğinden korkuyorlar. Haklılar mı?
Bir bakıma evet. Otoriteryenlerin hem akademik özgürlükten hem de siyasi ifade özgürlüğünden korkmak için gerekçeleri vardır. Ancak devlet, akademik çalışma onu nasıl temsil ederse etsin, akademik çalışmayı cezalandırmaktan menedildiği ve politik muhaliflere karşı misilleme yapmayı reddettiği zaman bu özgürlükler gelişebilir. Bu yüzden özgürlüğe karşı çıkan bir rejim, her iki özgürlük türünü de talep edenlerden korkmak için yeterince nedene sahiptir.(…)
1128 Türkiyeli meslektaşımız 2016’da Barış Bildirisi’ni imzaladıklarında Türk hükümeti ile Kürt siyasi hareketi arasındaki diplomatik müzakereyi yeniden canlandırmayı amaçlıyorlardı. İki taraf arasında daha fazla diyalog çağrısı yaptılar. Şiddet içeren çatışmaya karşı çıktılar. Açık, zor, şiddeti geçmişte bırakmaya yönelik bir diyalog istediler. Fakat Erdoğan rejimine göre barış çağrısı ancak Kürt militanlarla ittifak olarak yorumlanabilirdi. İmzacılar terör propagandası yapmakla itham edildi. Türk rejimi, sadece iki şiddetli konumdan oluşan bir çerçeveyi kırma çabasının -barışı hayal etme çabasının- kendisinin savaş mantığının bir parçası olduğunda ısrar etti. Şu an 69.000’i aşkın öğrenci parmaklıklar ardında, 5000’den fazla akademisyen akademik pozisyonlarından edildi. On beş üniversite kapatıldı.(…)
Otoriteryenin korktuğu şey, bir üniversite seminerindeki açık tartışmanın o duvarların dışına çıkmasıdır. Fikirlerin öngörülemez ve kontrol edilemez dolaşımından korkmakta haklılar. Otoriter yönetimin veya faşizmin veya ırkçı rejimlerin meşruiyetine itiraz eden o fikirlerden korkmakta da haklılar çünkü o rejimlerin adaletsizlik niteliği bir defa açıkça gösterilip tartışıldı mı, bir defa o entelektüel eleştiri biçimleri kamusal yaşamda yer buldu mu insanlar pekâlâ adaletsiz yönetimi tespit edip ona karşı çıkabilir, adaletsizliğin son bulmasını talep etmek için ayaklanabilirler.(…)
*Judith Butler Kaliforniya Üniversitesi’nde (Berkeley) karşılaştırmalı edebiyat ve eleştirel teori profesörüdür. Bu yazı, 26 Nisan’da Berlin’de gerçekleştirilen Risk Altındaki Akademisyenler Global Kongresi 2018’deki açılış konuşmasından uyarlanmıştır. Gazetekarınca’dan kısaltılarak alınmıştır.
Çeviri: Ayşecan Ay