Cumhuriyet’in 50. yılında ilkokul öğrencisiydim; 75. yılında askerdeydim; 100. yılında ise 6,5 yıl önce KHK ile üniversiteden ihraç edilmiş bir akademisyenim. Üniversiteden ihraç edilme nedenim, siyasi iktidarın Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yer alan “hukuk devleti” ilkesine aykırı olduğunu düşündüğüm uygulamalarını yine Anayasa’da yer alan düşünce ve ifade özgülüğü çerçevesinde ifade ederek “barış” talebinde bulunan bir metne imza atmış olmamdı. Benimle birlikte yüzlerce akademisyen sırf “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı metne imza attığı için üniversiteden ihraç edildi ve yurttaşlık haklarının pek çoğu ellerinden alındı. Bununla da kalınmadı, ağır ceza mahkemelerinde yargılandı. İhraç edilen akademisyenlerin bir kısmı yıllar sonra görevlerine iade edildi ama benim de aralarında bulunduğum pek çok akademisyenin ihraç durumu, hukuksuz bir biçimde devam ettiriliyor.
İhraç edilen akademisyenlerin başına gelenler, Cumhuriyet’in Anayasası’nda tanımlanan haklar çerçevesinde hareket ettikleri için pek çok Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının da başına geldiği gibi, on binlercesi de benzeri nedenle yıllardır cezaevlerinde tutuluyor, özgürlüklerinden mahrum bırakılıyor.
Oysa -halen öyle midir bilmiyorum ama- okullarda bize “cumhuriyetin, -siyasal gücün bir tek kişinin elinde bulunduğu devlet biçimi olan- monarşinin karşıtı olduğu; onunla ulusun, egemenliğini kendi elinde tuttuğu; siyasi gücün, halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı bir devlet yönetim şekli olduğu” öğretilmişti.
12 Eylül darbecilerinin yaptığı -halen geçerli olan- 82 Anayasası’nda bile Türkiye Cumhuriyeti’nin “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu ifade edilir (madde 2). Anayasa’nın başlangıç bölümünde ise “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü”nden söz edilerek, “millet adına yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilir. Ayrıca devlet organları (yasama-yürütme-yargı) arasında kuvvetler ayrımı ve laiklik ilkesinin gereği olarak dinin devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı da söylenir.
82 Anayasası’nı ilk ihlal eden bu Anayasa’yı yazdırmış olan darbeciler oldu. Kendi yaptığı anayasayı kendi ihlal eden sadece 12 Eylül darbecileri değildi; 1924 ve 1961 Anayasalarının akıbeti de farklı olmamıştı. Bu bağlamda 100. yılını idrak ettiğimiz cumhuriyetin hemen hiçbir döneminde siyasi gücü elinde bulunduranlar, -egemen sınıfın çıkarları ve/veya iktidarlarının bekası için- “Anayasa’da gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni”ne riayet etmedi. Hal böyle olunca da cumhuriyet, ne sözlük anlamına ne de okullarda öğretilen içeriğe sahip ol(a)madı.
100 yıl önce monarşiyi yıkarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir zaman “cumhurun yani halkın egemenliğini kendi elinde tuttuğu, siyasi gücün halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı” bir devlet yönetimine tanık olunmadı. Devletin ideolojik ve baskı aygıtları toplumun genel çıkarları için değil egemen sınıfın (burjuvazinin) ve siyasi gücü elinde bulunduranların çıkarları için kullanıldı. Öte yandan “halkın etnik kökenine, dinine, mezhebine, sınıfına göre ayrıştırılması ve birbirine düşmanlaştırılması”, devleti idare yöntemi olarak benimsendi. Bu anlayışa sahip bir “cumhuriyet”i halkın tüm kesimlerinin aynı duygularla sahiplenmesi beklenemezdi elbette.
Halkın geniş kesimlerinin cumhuriyeti benimsemeyişi ve kendisini cumhuriyet fikriyle bütünleştirememesinin en bariz belirtisi, ülkeyi 15 Temmuz darbe girişimine götüren paralel devlet yapılanmasına da bu darbe girişimini gerekçe göstererek “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında gerçekleştirilen rejim değişikliğiyle mutlak monarşinin yönetim biçimi haline gelmesine de dişe dokunur bir itirazda bulunulmamasıdır.
Türkiye’de cumhuriyet, ilk yüzyılında cumhuriyet olmanın gereklerini yerine getiremedi ve başarısız oldu. Bu başarısızlığın sonucu olarak Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyıla “cumhuriyet” adı altında mutlak monarşinin egemen olduğu bir rejimle giriyor. Cumhuriyet’in gerçek anlamda ifadesini bulabilmesi için hukukun üstünlüğünün esas alınması ve demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanması gerekiyor. Bu da Türkiye halklarının eşit yurttaşlık temelinde, barış içinde bir arada yaşama iradesini göstererek mücadele etmesinden geçiyor.