Geç yetişmek diye bir şey var, geç kalmanın bahanesi. Bir ömür süren bu kayıp her şeyi kaybetmeye muktedir. Gecikmek mühim bir mesele, göze alınmayacak bir takvim, bir an kaybedince, sonradan gelecek ne varsa hepsi tesirinde kalıp kaybolmaya aday oluyor. Sürüklenmek en önce orada başlıyor: yetişememek, bir de yetememek.
Kendimizi çarmıhlara germeye aday sanırız. Bir sancı başlar bir gün, sanrı sanıp geçeriz. Hiç görmediğimiz ne varsa kendimizi öne süreriz. Ağrısı yaşayanındır deyip yaşamayacağımızı kendimize anlatırız. Başa gelince de her şeyi yeniden düşünürüz. Yerimiz nerede olursa olsun kovulmuş bir köpek gibi hissederiz kendimizi. İstenmeyen bir yağmur, beklenmedik bir kar, vakitsiz fırtınalar, dingin bir güneş; hepsini kendimize yakıştırıp yaşananlardan kendimizi azat sanırız.
Halbuki azap başlar orada, uzak sandığımız, başkasının sandığımız cehennemde yanmaya başlarız. Anlarız ki her başlangıç bir yol açıyor önümüzde, yeni kapılara götürecek ama biz ısrarla ikna etmeyiz kendimizi. Tam da kendimizi tanımadığımızı öğrendiğimiz yerde kendimize azarlar, küfürler, ne gelirse onu sıralarız.
İnsanız, gelmiş olan bize de gelecektir diye bir ilk tembihle büyümüşüz oysa. İşte insan, işgüzar insan. Böyle bir asimilasyonla insan olmaya ikna, yola devam etmeye aday her şeye devam deriz. Kaybettiklerimiz, onarılmaz dediklerimiz bir başkasının geçmişi diye kendimizi kandırıp ömre revan oluyoruz. Kaybettiklerimizin içinde kaybolmayı maharet sayarız.
Hayat yol aratır, insanı yolcu eder. Efsaneler var, mitolojik ilham, kulağımıza fısıldanan masallar var. Madem dünya var, başka bir dünya neden mümkün olmasın? Geçen o kadar şey varsa, geçecek çok şey de var demektir. Katılıp o kervana, vazgeçtiğimiz ne kaldıysa hepsini bir araya getirip, karışıp neden olmasın yeni bir gündoğumu ya da günbatımı diye dünyaya sormalı, kızmalı ve öfkemizi savurmalıyız.
Büyümemiş ama büyülenmiş kalbimiz, esaret altındaki hayallerimiz bizi kuşattıkça kendimize dönüp bakarız. Hayra alamet diye bir avuntuya kapılsak da biliyoruz ki yok öyle bir alametin hayrı. Tesiri kısacık bir an süren ama bir ömre yayılan o serin hatırlamaya sığınırız durmadan. Orada bir ev, başka bir hayat kurar yaşarız da. Kaçmak, insanın kendisine göç etmesidir bir yerde.
Bir gelecek fikri götürüyor bizi ama gittiğimiz yer beklediğimiz yere asla benzemiyor. Bir umudun bahanesi sürüklüyor ama bir kahırdan kovulup başka kahırların bağrında çiçek açıyoruz. Çünkü insan kendine mezar yeri beğenendir.
Sıfırdan başlamak, sınıf atlamak diye başlayan telkinlerin faydasız tekrarı her tarafta yankılanıyor. Beyhude bir çaba, nafile bu yarışta herkes yorduğu ve yorulduğuyla kalacak. Bir kehanet değil, bir tecrübe devri de değil, birebir tanıklık, orada boy vermek. Burası buradan öte değil. Bu kadar, buraya kadar.
Dünya gerçek, biz yaşıyoruz. Geçiyor geçmekte olanın azabı ve kahrı, gelsin artık neşesi ve duyulmayan kahkahası. Anladık, dünya güdük bir sabır vesvesesi ve vesilesi. Biz de varız ve yaşıyoruz. Zamanın ve mekânın hükmünü değiştirmek, mümkün bir yaşama hayat demek için. Çoğalıp varmalıyız, gecikerek, geçmiş sanarak, gelecek vaat ederek yani her daim hareket ederek; aşkla, ayrılıkla, yılgınlıkla, tutkuyla, arzuyla, yani yaşadıklarımızdan ne kaldıysa. Bunlarla, böyle davranmak zamana ve dünyaya, hayat için, hayatın içinde, hayat içre.
Haftanın kitap önerisi: Kutluğ Ataman, Peruk Takan Kadınlar / Metis Yayınları