Kürt inkarcılığında buluşanlardan Filistin halkına dost çıkmayacağını herkes kabul etmeli artık. Meclis kürsüsünde Filistin’e mazlum, Kurdistan’a ‘terörist’ diyenlerin, Filistin’e ‘terörist’ diyen İsrail ile ilişkiler konusunda suspus olmaları da ikiyüzlülük vesikası
Cengiz Çiçek
İlki 1984 yılında çıkarılan ve en son 2023 yılının Ekim ayında bir kez daha TBMM gündemine gelen Irak-Suriye savaş tezkeresi, AKP, MHP, İyi Parti, DEVA Partisi, Gelecek Partisi milletvekillerinin “evet” oylarıyla parlamentodan geçti. CHP ise tezkerede yer alan “yabancı askerlerin Türkiye’de bulunması” gerekçesiyle “hayır” oyu verdi. Böylece Ortadoğu’daki yayılmacılığa ve savaş politikalarına temelden bir itirazının olmadığını tekrardan gösterdi.
Nasıl bir iklimde ve neden?
Kapitalist-emperyalist sistem, sonrasında bir küresel hegemonya savaşının merkezi de olan Ukrayna ile birlikte yeni dönemin hukukunu da belirleyecek kurucu şiddet sürecini bir süredir başlatmış görünüyor. Sadece Ukrayna değil elbette. Hegemonik güçlerin askeri, siyasi, ekonomik rekabetlerinin merkezi konumundaki Kurdistan’da sömürgeciliğin zamana yayılmış suretleri, Ermeni halkının Karabağ’da tekrardan tehcir ile sınanması, kendi vatanlarında sürgün olan Filistinliler… Her biri, kriz halindeki kapitalist modernitenin, tekrardan savaş politikalarını devreye koyarak kendisine sermaye ayrıcalığı, pazarın genişlemesi ve sömürge imkânı yaratmasının aracısı kılınmak isteniyor. Buradan hareketle tıpkı Sovyetler sonrasının “tarihin sonu”, 11 Eylül’ün “küresel terörizm” olarak kavramsallaştırılması gibi Biden’ın dünyayı “demokratlar-otokratlar” olarak ikiye ayırması, ABD’nin yeni dönem müdahaleciliğinin işaret fişeği olarak tanımlanabilir. Artık “terör örgütleri” yerini “terör devletlerine” ya da hedefteki “otokrat liderlere-devletlere” bırakmış görünüyor. Her devletin bu ad adı altında kolaylıkla hedefe konulacağı böylesi bir dönemde devletlerin de kendi bölgesel çıkarları temelinde politika oluşturdukları görülüyor. Sözün özü bu defa çanlar sadece halklar için değil devletler için de ciddi ciddi çalıyor. Yangın yerinde yaşamaya alışmış Kurdistan ve Filistin halklarının bir kez daha harlanan ateşin içine atılma çabaları da cabası. Kurdistan ve Filistin’de geliştirilen tehcir ve toplum kırım politikası, sadece halklara yönelik tarihsel düşmanlıklardan kaynaklanmıyor. Aynı zamanda emperyal hevesleri gerçekleştirmenin en elverişli aparatı olarak görülüyor bu politika. Ancak bu öğrenilmiş devletçi tuzaklara rağmen Özgür Kurdistan, Özgür Filistin ve Özgür Ortadoğu seçeneğinin bu tarihsel kavşakta hiç de yabana atılmaması gerektiğini hatırlatmakta da fayda var.
Resmî belgelerde yalanlar
Dolayısıyla gerçekler, tezkere metnindeki soğuk yalanlarla örtülmek isteniyor. Meclis’e sunulan tezkere “komşumuz Irak’ın toprak bütünlüğüne dikkat edildiği” ifadesini içeriyor. Oysa ki, gelinen aşamada Türkiye bölgede istenmeyen ülke haline gelecek kadar askeri üs kurdu. “Milli güvenlik” ve “tehdit” adı altında yapılanın alt emperyal bir müdahale olduğunu bütün bölge halkları ve devletleri biliyor. Nitekim Arap Devletleri Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt, “Türkiye’nin Kürdistan bölgesindeki operasyonları uluslararası hukukun ihlalidir” derken, Irak resmi düzeyde bir açıklama yaparak bu müdahalelerin “anlaşma” dahilinde yapıldığını yalanladı. Öte yandan Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu söyleyenler, çeteler aracılığıyla Rojava topraklarını işgal ederken, “Ortadoğu haritasını değiştireceğiz” diyen Netanyahu’nun pozisyonuna düşmekten kurtulamazlar. Bilinmeli ki, tarihten günümüze Ortadoğu’da “istikrarlı” bir şekilde sınırları değişen iki ülke var: Filistinlilerin ve Kurdistanlıların ülkesi…
Meclis görüşmelerinde farklı gerekçelerle tezkereye destek veren muhalefet partileri ise “sistem partisi” tanımımızın ne kadar isabetli olduğunu bir kez daha gösterdi. Aynı şekilde rejim ve rejime muhalif -sisteme değil- ya da rejim içinde kendilerine yer aramayı elden bırakmayan güçler karşısında bir Üçüncü Yol mücadelesinin kaçınılmazlığı da bu vesileyle bir kez daha görüldü. Tezkerede de görüldüğü üzere Kürt inkarcılığında buluşanlardan Filistin halkına dost çıkmayacağını herkes kabul etmeli artık. Meclis kürsüsünde Filistin’e mazlum, Kurdistan’a “terörist” diyenlerin, Filistin’e “terörist” diyen İsrail ile var olan askeri, ticari, siyasi ilişkiler konusunda sus pus olmaları da başka bir ikiyüzlülük vesikası. Düşünsenize iktidar sıralarından birisi çıkıp “İsrail terör devleti” derken bir başkası ise “İsrail ile ilişkilerin normalleştirilmesi kadar normal bir şey olamaz” diyor. “Tutarsızlığınızda boğulun emi” demekten de alıkoyamıyorsunuz kendinizi bu durumda.
Tezkerenin topografyası
Neticede “Elindeki tek araç çekiç olan her şeyi çivi sanır” misali, Kürt sorununda demokratik çözüm perspektifinden yoksun bir devlet politikasıyla karşı karşıyayız. Son tezkereyle birlikte bir kez daha ortaya çıkan bu fasit döngü, sadece iktidar ve sermaye çıkarlarını esas alan ve ülkeyi yoksulluğa, açlığa, geleceksizliğe mahkûm eden egemenin sefaleti oluyor. Bu sefalet de Kürt düşmanlığı üzerine bina ediliyor. Japonya’daki Kürtçe eğitime diplomatik müdahalede bulunan, Güney’deki referandumu “açlıkla tehdit eden” siyasi iktidar, son tezkereyle Kürt kazanımlarının ve statüsünün olduğu tüm coğrafyayı hedef alacağını da bir şekilde tekrardan ilan ediyor. Rojava’ya yönelik hava bombardımanları ve Filistin’e dönük saldırıların hedeflerinin aynı olması da -hastane, su şebekesi vd.- devletlerin kardeşliğine iyi bir örnek teşkil ediyor. Öyle bir kardeşlik ki halkların özgürlük mücadelesine karşı ortak askeri tatbikatların, istihbari işbirliklerinin ve anlaşmalarının uygulama sahasına dönüşüyor Rojava ve Gazze. Birbirlerinden öğrenen, birbirlerine öğreten kardeşlik… Öğrenip, öğrettikçe de gezegen için başlıca tehdide dönüşüyorlar…
İsrail’in “teröristi” Filistin, Türkiye’nin “teröristi” Kurdistan… Düşman yaratım icadı olmadan “güçlü ulus” ve ona dayanak yapılan emperyalizm nasıl üretilebilir ki? İçerde ve dışarda, Kürt ve Arap halklarının ortak düşmanları olan ulus devletlere ve sömürge politikalarıyla sermaye birikim rejimini ayakta tutmaya çalışanlara karşı tavrımızı netleştirme zamanıdır. Bu saldırganlık kırılmadıkça, topografya Kürt ve Arap düşmanlığını imlemeye devam edecek. Kürt düşmanlığını içerde kıramayan toplumsal muhalefet de İsrail saldırganlığı karşısında Arap halkının yetmez yoldaşı olmaktan da kurtulamayacaktır. O nedenle bu toprakların devrimci, demokrat ve sosyalist güçlerine tarihi sorumluluk düşüyor. İktidarcı ve devletçi politikaları geriletmenin temel yollarından biri Kürt halkı özelinde devreye konan politikaları toplum nezdinde teşhir etmek ve gayri meşru kılmaktır. Teşhir edilmeyen ve gayri meşru kılınmayan resmi Kürt politikası, sistem partilerinin Filistin sorunundaki iki yüzlülüğünün ve ülke halklarına düşmanlıklarının örtüsü olmaya devam edecektir.
Şimdilerde ise Kürt savaşını gözden ırak tutmak isteyenler, sanattan spora; her alanda resmi Filistin ile dayanışma gösterileri düzenliyorlar. Bu oyunu bozmak da bizim ellerimizde. İngiltere ve birçok ülkede futbol müsabakaları öncesi sadece İsrail’de öldürülenler için bir dakikalık saygı duruşu yapılması, Özgür Filistin sloganlarıyla protesto edildi. Katledilen Filistinlileri gören ve devletlerin ikiyüzlülüğünü ifşa eden bu yaklaşımın kendisi ve yaygınlaşma düzeyi son derece kıymetli. Ülkemizde de yükselen Filistin halkına destek eylemleri, siyasal İslamcılığın ve milliyetçiliğin-ırkçılığın kendisini üretme aracına dönüştürülüyor. Tam da bu noktada başta Kürt siyasal hareketi olmak üzere Türkiye sosyalist hareketlerinin, demokratların Filistin halkının haklı davasının daha güçlü yanında olma gibi bir sorumluluğu var. Çünkü Filistin davası, Türkiye’de Kurdistan davasının düşmanlarının elinde bir oyuncağa dönüşürse burada hem Kürt halkı hem de Türkiye halkları kaybedecektir. Burada sosyalistlerin, Kürtlerin, demokratların, kadınların elinde yükselecek Filistin’e destek eylemleri, Gazze ile Rojava’nın kardeşliğini kuracak yegâne hattır. Bizler sömürge altında yaşayan halkların acısını yarıştıramayız; her yerdeki sömürgeciliğin ve işgalciliğin aynı netlikte karşısında oluruz. Bunu sağlayabildiğimiz oranda devletlerin, iktidarların oyununu bozabiliriz, halkımıza yönelik komploları boşa çıkarabiliriz.
Demokratik Konfederalizm
Serhildan ve İntifada’nın kardeşliğini bir mücadele hattı olarak ortaya koymak tam da komploculara verilecek en anlamlı yanıttır. Çünkü Serhildan ve İntifada, günümüzde “ama bu da var”, “bu niye yok” gibi eylemsizliği, ataleti örgütleyen, sürekli gerekçe üreten sağ, liberal anlayışlara karşı da ideolojik bir karşı koyuştur. Zihinleri, pratikleri berraklaştırmaktır. Ulus devletlerin halkların üstüne karabasan gibi çöken lanetleri ancak böyle aşılır. Serhildan ve İntifada, sınırları aşmaktır; devletlerin resmi sınırlarına takılmayan Ortadoğu halklarının Demokratik Konfederal gücüdür, tazyikidir. Çünkü Serhildan da İntifada da yerkürenin bütününde halkların kalbinde, gönlündedir; beyazların yalanlarla örülü dünyasına, kibirlerine okkalı bir tokattır. İktidarın emperyal heveslerinin hizmetine koşturulan tezkereye de en anlamlı yanıt buradan üretilecektir. Çünkü klasik ulus-devletin “hudut kutsalı” artık belirsizdir. Kürt’ün olduğu her yer ulus-devlet açısından huduttur. Egemen politika, ulus-devletin lanetini hudut ötesine taşıyarak yaygınlaştırmaya çalışırken, ezilenlere de yeni direniş mekânları üretmek düşüyor. Bu nedenle başta Filistin ve Kurdistan sorunu olmak üzere Ortadoğu’daki problemlerin çözümü, Demokratik Konfederalizm fikriyatındadır. Fikriyatın sahibi Öcalan’ın bugün mutlak iletişimsizlik uygulamalarının muhatabı olması da Ortadoğu’daki bu işgalci, sömürgeci politikalar karşısında halklara çözüm reçetesi sunmasıyla ilgilidir. Öcalan kapitalizmi ve ulus-devletleri, toplumsal sorunların ağırlaşmasının kaynağı olarak değerlendirir. O nedenle de çözümden toplumsal güçlerin kendisini sorumlu tutar. Tam da bu noktada önümüzdeki savaş tablosu karşısında devletleri lanetlemekle yetinmeden çözümün dilini, eylemini örgütlemek toplumsal güçlerin sorumluğundadır ve bu gayet de mümkündür. Tarihte ezilenlerin yıldızının parladığı anlar, tam da böylesi “krizini aşamayan iktidarlar” ile “kurucu fikirler üreten direnişler” arasındaki mücadelenin yoğunlaştığı anlardır. Filistinli şair Mahmud Derviş’in dediği gibi:
“Mümkündür…
En azından bazen mümkün,
Ama bilhassa şimdi mümkün…”