BM Genel Sekreteri António Guterres, Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı İsrail işgali ve Filistin Direnişi arasındaki çatışmayı alevlendiren “Aksa Tufanı” saldırısı sonrasındaki uluslararası krizde takındığı tutumla dünya siyasetinde parlamaya devam ediyor.
İsrail militarizminin Genel Sekreter’in Salı günü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) toplantısı açılışında ortaya koyduğu durum değerlendirmesi karşısında gazaba gelişi ve Guterres’i “terörizm destekçisi” ilan etmesi boşuna değildi. Guterres konuşmasında Obama’dan Scholz’a, Macron’dan Erdoğan’a kadar bütün NATO seçkinleri ve “Batılı” liderlerin ağzındaki sakızı ve uluslararası topluma dayattıkları “altın orta”yı gevelemeye bir çırpıda son verdi. Genel Sekreter, Hamas saldırılarının “sivil hedeflere” dönük yıkıcılığını kınamakla birlikte orada durmadı: “[…] Hamas saldırılarının boşlukta gerçekleşmiş olmadığının idrak edilmesi de önemli,” dedi.
“Filistin halkı, 56 yıldır süregelen boğucu bir işgal altında. Gözleri önünde toprakları yerleşimlerce biteviye yutuluyor, şiddete gömülüyor, ekonomileri köstekleniyor, insanları yerinden ediliyor ve evleri yerle bir ediliyor. Durumlarına bir siyasal çözüm bulma umudu gitgide yok oluyor. Ancak, Filistin halkının talepleri, Hamas’ın dehşet verici saldırılarını mazur gösteremeyeceği gibi, bu dehşet verici saldırılar da Filistin halkının topluca cezalandırılmasını mazur gösteremez.”
Guterres ardından, çatışmaya “insancıl ateşkes” ile son verilmesi talebini gündeme getirdi. Beş daimi üyeden biri “veto” etmezse bu yazı yayımlandığında belki Gazze’yi haritadan silecek ve en az bir milyon Filistinliyi diri diri gömecek olan İsrail kara harekatı durdurulmuş olabilecek.
Asırlık Filistin Sorunu’na kalıcı çözüm bağlamında ne ifade edebileceği şimdilik bir yana kalsın bu ateşkes, uluslararası kamuoyu kadar iç kamuoyunun da dikkatlerini bölgede askerî harekât yürüten diğer saldırganlara ve onların ateşiyle yerlerinden edilen, yaşam alanları, su kaynakları, üretim ve sağlık merkezleri çökertilen diğer halkların geleceğine çevirmesi için daha elverişli bir siyasi ufuk sağlayabildiği takdirde bütün mazlumlar için önemli bir gelişme olacak.
İsrail’in “kara harekâtı”nın durdurulması öte yandan, Türkiye iç politikası açısından da önemli. Bu genişleyen ufuk, bir yandan bölgede İsrail’le en derin askeri, iktisadi ve istihbarî ilişkileri sürdüren Filistin-İsrail çatışmasını İslamiyet parantezine alarak içeriye “din kardeşliği” pompalayan Erdoğan rejiminin, Filistin’deki Araplar arası gerilimlerde devrimci kanadın saf dışı edilmesine dönük faaliyetleri besleyen iki yüzlülüğünün teşhiri için de görüş derinliği sağlayacaktır.
Ancak daha da önemlisi, böyle bir ufuk genişliği ve görüş derinliği içinde Ankara’nın dört parça Kürdistan ve Kürtlere yönelik politikasının mantığı ve ulaşmayı hedeflediği sonuçların İsrail’in Filistin’e ve Filistinlilere yönelik siyasetleriyle özdeşliğinin çok daha belirginleşecek olmasıdır.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan geçtiğimiz Cumartesi Kahire’de toplanan Barış Zirvesi’nde, “uluslararası toplum”a “davranışlarının ve verdiği mesajların ne kadar kritik olduğuna” dair üsttenci bir diskurla nasihat ederken şöyle diyordu: “[…] İsrail, geçici sözde bir galibiyetin tarih sürecinde uzun vadeli bir barışa yol açmadığını geçmişte olduğu gibi şimdi de gerçekleşmeyeceğini anlamalıdır. Kendisine gerçekleştirilen saldırıları, Filistinlilere yönelik korkunç bir öfke ortaya koymak için açık çek olarak görmemelidir. Hastanelere, sivillere yönelik saldırılar derhal durdurulmalıdır.”
Elbette o “zirve”de bir araya gelen, bir elleri Tel-Aviv, öbür elleri Ankara’nın cebindeki “uluslararası toplum” seçkinlerinin hiçbiri, içlerinden geçirmiş olsalar bile Türkiye Dışişleri Bakanı’nın Ekim başında sarf ettiği şu sözlerin anlam ve sonuçlarını Fidan’ın yüzüne çarpmaya yeltenmeyeceklerdi: “Özellikle Irak ve Suriye’de PKK ve YPG’ye ait olan bütün altyapı, üstyapı tesisleri, enerji tesisleri bundan sonra güvenlik güçlerimizin, silahlı kuvvetlerimizin, istihbarat unsurlarımızın topyekûn meşru hedefidir […]
Bu saldırıların sonuçlarını Demokratik Suriye Meclisi Yürütme Konseyi Eş Başkanı İlham Ahmed’den dinliyoruz: “Bölgenin altyapısına büyük zararlar verdiler. Elektrik santrallerini, su depolarını, buğday silolarını, 48 okulu, gaz istasyonlarını hedef aldılar. Türk devleti bilinçli bir şekilde altyapıyı hedef aldı ve bu yapılar hizmet dışı kaldı.
“Şu an bölgemizde elektrik ve su krizi yaşanıyor. Evlerde ocağı yakmak için dahi gaz bulunamıyor, büyük bir sıkıntı yaşanıyor. Bunun dışında, okulların açılma zamanıydı. Binlerce çocuk okulların zarar görmesi nedeniyle eğitimden mahrum kaldı.”
Nasıl ki, Gazze halkı ve Gazze’deki alt yapılar Hamas’ın malı değildiyse, Doğu ve Kuzey Suriye’nin Arap ve Kürt halkı ve su istasyonları, elektrik santralleri, buğday siloları da Özerk Yönetim’in malı değildi.
“Aksa Tufanı”nı “Filistinlilere yönelik korkunç bir öfke ortaya koymak için açık çek olarak görmeme[si]” konusunda İsrail’e diskur çeken Hakan Fidan’ı esasen Tel Aviv’deki mevkidaşı Eli Cohen’den ayırt eden hiçbir şey yoktu. Fidan’ın, kendilerinden başka kimseye “zarar ver[e]memiş” iki intihar bombacısının eylemini başta Haseke ilinde yaşayanlar olmak üzere Rojava’nın bütününe ödetmek üzere verdiği emrin mürekkebi kurumadan Kahire’de sergilediği “sureti haktan” görünme gayretleri, gören gözler için Ankara ve Tel- Aviv’in birbirlerinden sadece bir yapbozun parçaları kadar farklı olduklarını dışa vuran bir itiraftan ibaretti.
Nasıl Tel-Aviv, vurduğu bütün yaşam kaynakları dolayısıyla Gazze ve Batı Şeria’daki çocukların sağlık ve geleceklerine etkileri kuşaklar boyu geçmeyecek yıkıcı darbeler indirdiyse, Ankara da 2011’den bu yana Kuzey ve Doğu Suriye’de DAİŞ, El-Nusra ve ÖSO’ya verdiği askeri ve siyasi destekle, Efrîn, Serêkanî, Girê Spî, Cerablus, Cindires ve diğer 8 bin yerleşimin asıl sakinlerini yerlerinden ederek sürdürdüğü işgalle, ve sivil halkı, çiftçileri, esnafı, işçileri, kadınları vuran hava saldırılarıyla Kürt halkını ve onlarla ittifak halindeki Arap halkının geleceğini on yıllar boyunca köstekleyecek bir iç ve uluslararası siyaset sürdürdü.
O nedenle Gazze’deki yok etme savaşının durdurulması ve kalıcı sonuç için “bağımsız devlet kurmak” dahil, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkının tanınması, bölgenin bütün mazlumları için, bu arada Kuzey ve Doğu Suriye’de (Rojava) de istikrarlı ve sürdürülebilir bir siyasal çözüm için çok önemli bir emsal oluşturabilir.
Gazze krizindeki gelişmeleri enternasyonalist bir ufuk içinden okumak bütün ezilen milletlerin tarihsel çıkarlarının bir ortak paydaya sahip olduğunu görmeyi kolaylaştıracak en önemli yaklaşım. Orta Doğu’nun kurtuluşu, sömürgeci güçlerin yenilgisine ne kadar bağlıysa, modern demokratik kurtuluş perspektifinin, halkların özgürlük mücadelelerinin yerel egemenlerin dar rekabetçiliğine feda edilmesine dayalı geleneksel siyasal kültür karşısındaki zaferine de o kadar bağlı.