Öncelikle, gençliğinde Filistin’e destek vermek için birçok yürüyüşe katılmış ve Türk-İslam sentezcilerin saldırısına uğramış biri olarak bu satırları yazdığımı belirteyim ki, meramım doğru anlaşılsın.
HAMAS’ın saldırısını nasıl okumalı?
HAMAS’ın İsrail’e yaptığı beklenmedik Aksa Tufanı saldırısı, Ortadoğu’yu tekrardan ateş topuna çevirdi. Ülkeler konum belirlemeye çalışırken, halklarda ise ciddi şekilde kafa karışıklığı mevcut. Saldırıya uğrayanın İsrail, saldıran tarafın cihadist HAMAS olması Batı’nın İsrail’e şartsız destek sunmasına neden oldu. IŞİD’in yaptığı barbarlık hafızalarda tazeyken, HAMAS’ın da buna benzer saldırısı ve kullandığı argümanlar, dünya kamuoyunun Filistin mücadelenin sempatisine ciddi zarar vurdu. HAMAS 14 örgüt ile beraber, ‘Ortak Operasyon Masası’ kurduk demiş olsa da, askeri anlamda başat aktör olması, söylemleri, çocukları rehin alması, zihinlerde yeni IŞİD imajını güçlendirdi. İsrail de bunu sürekli tekrar ederek, Batı’nın desteğini arkasına aldı. İslam ülkeleri ise itidal çağrısı yapmak dışında pek öteye geçemeyecek gibi duruyor. HAMAS’ın saldırı sonrası İran’a destekleri için teşekkür etmesi, İran’ın saldırıdan memnun olduğunu ifade etmesi, HAMAS’ın bu dehşet verici saldırısının arkasında olduğunu açıkça gösteriyor.
İsrail’in Arap ülkeleri ile normalleşmesi, İran’ı zor duruma düşürmüştü. İsrail ile Arap ülkeleri arasında gelişen ilişkilere darbe vurmasını hesap ederek HAMAS’ı böyle bir saldırıya yönlendirmiş olması akla gelen en mantıklı tespit. İran’ın ittifak içinde olduğu Rus-Çin blokundan destek alacağını hesap ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü Rusya Ukrayna’da dolaylı olarak ABD ve Avrupa ile savaşıyor. Rusya, Ortadoğu’da İran üzerinden yeni bir cephe açılmasını pekâlâ isteyebilir. Ama gerek Rusya gerekse de Çin açıktan taraf olmaktan kaçınınca, ilk günlerde şahin kesilen İran, sonrasında işi biraz geri vitese taktı. Türkiye ise politika geliştirmekte oldukça zorlanıyor. Bir yandan İsrail ile iyi ilişkiler var, öbür yandan HAMAS’ı koruyan, kollayan, liderlerini ağırlayan bir ülke. Türkiye ve Arap ülkeleri ortamı yumuşatacak açıklamalar yapmaktan öte bir tutum içine giremiyor. Her ne olursa olsun, kimsenin Filistinlileri düşündüğü yok. Filistinliler kurban ve dünya bu kurban üzerinden Ortadoğu’da benzeri görülmemiş bir güç gösterisine sahne oluyor.
Filistin sorununun dayanağı?
Şimdi gelin biraz geçmişe gidelim ve bugün olup bitenlerin kaynağına inelim. 1947 yılında BM, Filistin topraklarının olduğu bölgede Filistin Paylaşım Planı’na uygun olarak iki devletli bir çözüm sundu. Arap liderleri planı reddetti. Plan Filistinlilerin aleyhineydi. Yahudiler toprakların sadece %7-8’ine sahiplerdi, oysa Filistin Paylaşım Planı’na göre Yahudi devleti toprakların kabaca %50’sine sahip bir devlet olacaktı. Haliyle Yahudiler bu planı kabul etti. Rüzgâr Yahudi halkından yanaydı. Daha 2 yıl önce Naziler tarafından Holokost’a tabi tutulmuşlardı. Dünya bu topluma karşı vicdanen kendini borçlu hissediyordu ama öbür yandan Filistinliler mağdur ediliyordu. Bu tartışmalar sürerken, 14 Mayıs 1948 tarihinde Yahudi cemaati İsrail’in bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Arap Birliği’ne bağlı Mısır, Suriye, Irak, Ürdün ve S. Arabistan bir telgraf hazırlayarak, durum düzeltilmezse İsrail’e müdahalede bulunacaklarını Birleşmiş Milletler’e iletti. Bu arada Arap ülkelerinde Yahudi toplumu da ciddi ayırımcılığa uğramaya başladı. ABD ve SSCB iki gün içinde İsrail’i resmen tanıyınca, Arap ülkeleri biraz da İsrail’in zayıf olduğunu düşünerek saldırıya geçtiler. İlk başlarda askeri kazanımlar elde eden Arap ülkeleri kısa süre sonra kesin yenilgiye uğradılar. İsrail topraklarını kısa sürede daha da büyüttü. 1956’daki Süveyş Kanalı krizi sonrası gerilim tekrar yükseldi. Arap ülkeleri, 1964 yılında Ürdün nehrinden su almaya başlayan İsrail’i engellemek adına bir kez daha savaş kararı aldı. Nisan 1967’den itibaren başlayan gerilim, 5 Haziran’da savaşa dönüştü. Savaşan ülkeler aynıydı. Arap tarafında Mısır öne çıkıyordu. Bu savaşın üzerinde Soğuk Savaş gölgesi de vardı. ABD İsrail’i, SSCB de Arap tarafını politik olarak destekliyordu. İsrail 6 gün içinde Arap ülkelerini bozguna uğrattı. Elbette İsrail topraklarını biraz daha genişletme şansı buldu. 6 Ekim 1973’te Mısır ve Suriye önderliğinde Arap ülkeleri İsrail’e yine savaş açtı. Yahudilerin dini bayramı olan Yom Kippur gününe denk gelmesi nedeniyle (HAMAS’ın saldırısı da aynı gün yapıldı) tarihe Yom Kippur Savaşı olarak geçti. 20 gün içinde sonuç aynı oldu. İsrail biraz daha da büyüdü.
Bütün bu savaşlar hep Filistin aleyhine sonuçlar doğurdu. İşin aslı Arap ülkelerinin Filistin hassasiyetinden öte duydukları Yahudi düşmanlığı vardı. Yemen aylarca İran ve S. Arabistan için savaş yerine dönerken, Arap mahallesi kahvelerini içmekle meşguldü. Ya da Kürtler Halepçe’de katliama uğrarken, Arap ülkeleri Saddam ile kol kola destek açıklamaları yapıyorlardı. IŞİD Kürtlere barbarca saldırırken veya Türkiye tarafından dilsiz bırakılırken, herhangi bir merhamet belirtisi göstermiyorlardı. İsrail’in faşist bir devlete dönüşmesi, barışçıl çevrelerin güçlenememesinin bir nedeni de Arap dünyasının sürekli ‘İsrail’i haritadan sileceğiz’ retoriği oldu. Bu söylem İsrail’i gittikçe korumacı bir zihniyetle savaş ülkesi haline getirdi. Oysa siyasi çözümlere yoğunlaşıp, bir arada iki devlet olarak yaşama fikrini geliştirselerdi, belki Yahudi toplumundaki eşit ve bir arada yaşamı savunanların elini de güçlendirebilirlerdi.
Filistinli aktörler
Bütün bu savaşların mağduru olan Filistinliler ise 28 Mayıs 1964 yılında Mısır lideri Cemal Abdünnâsır’ın teşviki ve desteği ile Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) kurdular. FKÖ şemsiye görevi gören bir üst yapıydı. Bütün Filistinli örgütler zamanla FKÖ’ye dâhil oldular. En büyük örgütler, 1959 yılında siyasi hareket olarak kurulup, 1965 yılında partileşen, sosyal demokrat çizgide bulunan, Yaser Arafat liderliğindeki El Fetih ve 1967 yılında Rum Ortodoks olan George Habaş liderliğinde kurulan Marksist-Leninist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ydi (FHKC). Neredeyse bütün Filistinli örgütler solun çeşitli yelpazeleri içinde yer alıyordu. Bütün bu örgüt ve partiler süreç içinde, siyasi ve silahlı olarak İsrail ile mücadele ettiler. İsrail ise kural tanımaz bir biçimde katliamlar işledi. Bunlardan en akılda kalanı 16 Eylül 1982’de Sabra ve Şatilla kasabalarında gerçekleşen katliamdı. Bir günde 3 bine yakın sivil Filistinli öldürüldü. SSCB’nin yıkılması ile birlikte Filistin’e siyasi bir çözüm fikri gelişince, ABD’nin telkinleri ile Yaser Arafat, FHKC’yi devre dışı bırakan süreçlerin içine girdi. FHKC’nin yürüttüğü mücadeleyi terörizm olarak kınadı, böylece ABD tarafından muhatap alındı. 1987 yılında Filistin halkı ayaklandı. 1993 yılına kadar süren ve Birinci İntifada olarak adlandırılan süreç Oslo Antlaşması’nın imzalanması ile son buldu. 1995 yılında 2.Oslo Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmayla İsrail, Gazze Şeridi’nin tamamına yakınını, Batı Şeria’nın ise bazı bölgelerinin yönetimini Filistin Otoritesi’ne bıraktı. Yapılan seçimlerde Yaser Arafat başkan seçildi. Kısa sürede El Fetih ve FKÖ’de yozlaşma başladı. Sorunlar da bir türlü çözüm bulamayınca, 28 Eylül 2000 tarihinde 2. İntifada başladı ve 5 yıl sürdü.
HAMAS’ın ortaya çıkışı
HAMAS (İslami Direniş Hareketi), 1987 yılında 1. İntifa’da başlayınca, Mısır’daki Müslüman Kardeşler Örgütü tarafından, Filistin kolu olarak, Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz el Rantisi tarafından kuruldu. İslami bir Filistin mücadelesi yürüteceklerini deklare ettiler. İlk başlarda güçsüz olan HAMAS, İsrail’in hapisteki üyeleri serbest bırakmasıyla birlikte, 2. İntifada sürecinde güçlenmeye başladı. İsrail’in FKÖ’yü etkisiz hale getirip, dinci bir örgütü karşısına alıp, dünyanın desteğini kazanıp, bu işten kârlı çıkmak hesabı yapıp, HAMAS’lıları salıverdiği çokça konuşulan bir iddia. FHKC’nin zayıflaması, FKÖ’nün yozlaşıp, yolsuzluklara bulaşması, Müslüman ülkelerin dini saikle HAMAS’ı desteklemesi, bu örgütü Filistinliler içinde en tepeye taşıdı. HAMAS güçlendikçe, dini yönü daha fazla öne çıktı. Buna paralel olarak 1970’te yine Mısır önderliğinde kurulan Filistin İslami Cihat Örgütü’nü de unutmamak lazım. Bu da dünya kamuoyunda, entelektüellerde Filistin’e olan ilgiyi aşağı çekti. 1990’ların sonundan itibaren eşit ve iki ülke tezini savunan Filistinli örgütler yerine, cihadı temel alan HAMAS ve İslami Cihat öne çıkmış oldu.
Türkiyeli İslamcılar ve solcular
HAMAS’ın güçlendiği 1. İntifada’ya kadar, Türkiye’deki siyasal İslamcıların gündeminde Filistin gibi bir mesele hiç olmadı. Filistin mücadelesini yürütenler sol örgüt ve partilerdi. Muhtemeldir ki, bırakalım bu anarşistlerin hesabını İsrail sorsun mantığı yürütüyorlardı. Eğer İsrail de Müslüman bir ülke olsaydı, kendi içişleri diye seslerini çıkarmayacaklardı. Yukarıda da belirttiğim gibi Yemen Savaşı’nda İran ve S. Arabistan’ın içişleri diye bakmışlardı. Filistin, Müslüman Ümmeti’nin onur mücadelesidir diyenlerin aklına nedense 1990’lara kadar Filistin hiç gelmemişti. Temel direnç noktaları dinsel referanstır, Filistin halkının haklılığı değil.
Eskiden bu ülkede sosyalist olmak kolaydı. Kürtler politik olarak tarihin bir öznesi değildi. Vietnam’a, Küba’ya, Filistin’e bir selam çakarlardı, en iyi sosyalist kendileri olurdu. Ne zaman ki Kürtler tarihin politik öznesi oldu, maskeleri de akmaya başladı. Filistin’deki son gelişmeler, bunu bir kez daha açığa çıkardı. TKP’li Okuyan, HDP ile bir seçim işbirliği için görüşmekten imtina edip, onlar feodal, milliyetçi derken, bu gün cihatçı HAMAS’ı pekala ilerici görüp, destekleyebiliyor. Keza, Kürtlerden kaçmak için bin dereden su getiren TİP’in bir anda enternasyonalizm adına cihada gönül vermesi oldukça ironik. ESP’nin ise, eleştirileri dahi sertçe reddedip, sanki HAMAS Marksist-Leninist’miş gibi hareket etmesini de 1970’lerin nostaljisine bağlayalım. ESP sürekli bileşenlerin içinde sosyalist partiler de var diyor. Oysa biliyoruz ki, HAMAS’ın gücü onların 100 katı. Üstelik İran İslam Devrimi’nde Komünist TUDEH’in başına gelenler ortadayken. Oysa biliyoruz ki ABD karşıtlığı, pozisyonu sorgulamadan öte tarafa savuruyor Türk solunu.
Kürtlerin tutumu nasıl olmalı?
Asıl doğru pozisyonu belirlemesi gereken Kürtlerdir. IŞİD anıları tazeyken, HAMAS’ın yöntemleri hafıza tazeletiyor. O kadar katliama uğramış bir halk için kimsenin ayağa kalkmadığını, Arap dünyasının olan biteni zevkle seyrettiğini önce bilelim. Halepçe’de kimyasal gaz ile öldürülürken, Kürt kızları Mısır’a seks kölesi olarak satılırken, IŞİD tarihte eşi benzeri görülmemiş bir barbarlıkla Kürtlere soykırım uygulamaya çalışırken Arap dünyası neredeydi? Daha açık konuşalım, Filistinli örgütlerden hiç ses çıktı mı? Yeri geldi mi, Kürtler ümmetin yetimleri derler. Peki, Kürtleri yetim hale bu ümmet getirmedi mi? Kürtler artık stratejik davranmayı öncelik haline getirmeli. Kendi kazanımlarını tehlikeye atacak yaklaşımlardan uzak durmalı. Ortadoğu yeniden şekillenecek, yanlış bir adım her şeyi sil baştan yapar. S. Soylu, HÜDAPAR bir devlet aklının sonucu ittifaka alındı demişti. İsrail, HAMAS ile Filistin mücadelesini çıkmaza soktu. Şimdi bizim mahallede, Filistin üzerinden HÜDAPAR öne çıkarılmaya çalışılıyor. Bu gelişmeyi dikkatle takip etmek lazım. Kürtlerin vicdanı elbette Filistin halkının yanındadır. Ama mücadele aktörlerinin Filistin halkına vaat ettiği bir gelecek de yoktur.
Son söz yerine
İsrail’in kural tanımaz barbarlığı daha da büyüyecek. Gazze’de büyük katliamlar yaşanıyor, yaşanacak. HAMAS kendi halkını rehin tutarak bu vahşete katkıda bulunuyor. İki taraf da iki halka gözyaşı ve ölüm dışında bir seçenek sunmuyor. Hem Yahudiler hem de Filistinliler, bir arada eşit iki devlet tezini savunan, evrensel değerlere bağlı güçleri açığa çıkarmadıkça bu yara daha çok kanar. Kalbimiz Filistin halkıyla. Filistinli ve İsrailli olup ölen sivil insanların acısını hissetmemek mümkün değil. Dünya kamuoyu İsrail’in savaş suçu işleyen operasyonlarına dur demeli diyeceğim de öyle bir kamuoyu da ne yazık ki ortalarda yok. Haykıracağımız şey; Demokratik bir İsrail, özgür ve demokratik bir Filistin olmalı.