Yeniden hatırlamak üzerine söylenip durulur. Yeniden hatırlamak lazım. Hatırlatmak da.
Son dönemin tartışması, içeriğinde buram buram faşizm, bangır bangır yeminler olan bir ant meselesi.
Hatırlamaya çalışıyorum; ilkokuldayım, okulun hemen yanı başında yani bitişiğinde jandarma karakolu var. Aramızdaki tümsek de altı-yedi yaşlarındaki bir çocuğun boyunu ancak aşar. O duvarın ardında ise elinde silahla nöbet tutan askerler gidip gelir.
Yaşadığım yer Derik ama Cizre de, Silvan da yazılsa aynı. Okula başladığımda sadece bir Ermeni arkadaşımın olduğunu hatırlıyorum. İlkokulun başlangıcından sonra anadilinde eğitim görmek üzere başka bir şehre taşınmıştı. Tayinle gelen öğretmen, doktor, memur, polis ve asker çocuklarını saymazsak herkes Kürt. Okulun bahçesinde toplanmış çocuklar, her sabah üst kata çıkıp ‘Andımız’ okuyan birinin dediğini tekrarlıyor. Tabi üst katta ‘Türküüümmm’ diye çığıran çocuk itinayla Türk’tür. Babası da yan taraftaki jandarma karakolunda üst düzey bir askerdir. O söyler biz tekrar ederiz ama bizim de bir bildiğimiz var!
Öncelikle ‘Türküüümmm’ diye bağırdığında o çocuk, geri kalan herkes ‘Kürdüüümmm’ diye yankı verir. İstihbarat elemanları gibi (ki bazıları gerçekten de istihbarat elemanıydı) çalışan birtakım öğretmenlerin kaşları kalkık olur ve ‘Kürdüüümmm’ diyen çocukları gözleriyle tarar. Nitekim o öğretmenler ne olduğumuzu ve nece konuştuğumuzu unutturmak için sınıf içinde ajanlaştırma mekanizmasını kurup Kürtçe konuşanları tahtaya yazdırır. Ders anlatmadan önce de ismi yazılanları bir güzel döver. Andımız’ın hıncı, hafızamızın laneti tokatlarla yankılanır. Ne olduğumuz ve nece konuştuğumuz sadece ama sadece suç ve cezası da dayakla ödetilir. Yalnız şu gerçek pek dokunaklı olurdu: Türkçe yediğimiz dayağa Kürtçe feryat ederdik…
Mevzubahis andın içinde geçen doğruluk iddiası ve çalışkan olmak ise biz çocukların meşrebine hiç de uymayan ifadeler olduğu için karşılık olarak yanlışım ve tembelim derdik. Varlığımızı Türk’e adamak gibi bir niyetimiz olmadığı gibi mutlu olmanın yegâne anahtarını Türk olmaya da bağlamıyorduk. Savaşın içinde büyümüş çocuklar erken politikleşmeden muzdarip olurlar, bizim de cesaretimiz belki de oradan geliyordu. Biliyorduk, haklı olmanın cesareti çoktu ve hiç de çocukça değildi.
1933 yılında, dönemin faşist yükselişine ayak uydurmak için uydurulan bir ant bugün hâlâ okutuluyor. Kendilerini sol cenahta görenlerin konu ‘Andımız’ veya ‘Atatürk’ olduğunda sakladıkları faşist ruhları hemen ayyuka çıkmakta. Oysa antlar, yasalar ve yasaklar yastan başka bir şey getirmedi ve getirmeyecek de. Bizim orada ilginç ve ilginç olduğu kadar da politik alt metni olan bir espri var: Bi şev û Tirkî? Yani; Akşam ve Türkçe? Çünkü Türkçe en fazla gündüz lazım olur ve akşamları Türkçe konuşmak çok abes bir durumdur. Kaldı ki tek kelime Türkçe bilmeden eğitim ve öğretim hayatına başlamak gibi koca bir yükü çocukların üstüne yıkmak! Ve tabi bu da yetmez; antlar, marşlar ve yasaklar dayatılır. Andımız olsun İstiklal Marşı olsun, Gençliğe Hitabe olsun hepsinde geçen Türk kavramının ırkçılık olmadığını söyleyedursunlar. Yok öyle bir gerçek. Pespaye bir ırkçılık dayatmasının ötesine geçmeyen bu asimilasyon argümanlarına kılıf aramak hakikati yaralar, hepimiz inciniriz. Utanmak derseniz, uzun bir konuya geçiş yaparız…
Hatırlamak her zaman iyi gelmeyebilir ama hatırlananın altında saklanan gerçeği sobelemek her zaman iyi bir eylemdir. Hayatı boyunca resmi tarihle yüzleşmiş ve kuyruğunu hep dik tutmuş Ece Ayhan, “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim!” demişti. Coğrafyaya göre değişen bu çarpışmada biz Türk olmayan çocukların payına düşen şu oldu: Biz antlarla çarpışarak büyüdük kardeşim!