Bugün size bir yazardan söz etmek istiyorum: Asıl adı Rudolf Wilhelm Friedrich Ditzen olan Hans Fallada bir hukukçunun oğlu olarak 1893 yılında dünyaya geldi. Babasının Anayasa Mahkemesi’ne atanması sonucu aile 1909 yılında Berlin’den Leipzig’e taşınır. 1911 yılında burada bir düelloda arkadaşını öldürür, tutuklanarak psikiyatri tedavisi görür. Bu olaydan sonra yaşamı boyunca uyuşturucu sorunuyla uğraşır. 1914 yılında gönüllü olarak orduya yazılır fakat kısa bir süre sonra terhis edilir. Bundan sonra yaşam mücadelesi onu tezgâhtarlık, satıcılık, muhasebecilik, patates yetiştiriciliği gibi çeşitli işlerde çalışmak zorunda bıraktı.
İlk romanı Der junge Goedeschal (Genç Goedeschal) 1920 yılında yayımlandı. 1923 yılında ise Anton und Gerda (Anton ve Gerda) adlı ikinci romanını tamamladı. Bu sırada uyuşturucu sorunu yüzünden zimmetine para geçirdiği için 3 ay hapis yattı. Daha sonra aynı sorunlar devam etti. Fallada, 1929 yılında Anna Margarete Issel’le evlendi ve bir yerel gazetede çalışmaya başladı. 1931 yılında Bauern, Bonzen und Bomben (Köylüler, Kodamanlar ve Bombalar) kitabı yayımlandı.
Daha sonra da 1932’de onun dünya çapında tanınmasını sağlayan romanı Kleiner Mann, was nun? (Küçük Adam Ne Oldu Sana?) yayımlandı. Roman ekonominin çöküşüyle Almanya’da yaşanan büyük enflasyon sonucu yoksulluğun, işsizliğin arttığı, sol düşüncenin yaygınlaştığı, Spartakist tepkilerin çatışmalara yol açtığı, buna karşın Nazi rejiminin güçlenmeye başladığı bir ortamda geçiyordu. Roman o kadar beğenildi ki 1934 yılında sinemaya aktarıldı. Bunun sonucunda Nazi karşıtı faaliyetleri suçlamasıyla kısa bir süre hapsedildi, sorgulandı fakat serbest bırakıldı.
Naziler’in iktidarda olduğu bu yıllarda Fallada romanlarına devam etti. 1934’ten 1943 yılına kadar altı romanı yayımlandı. Fallada bu dönemde Naziler’den baskı görmesine rağmen Almanya’yı terk etmeyecek kadar yurdunu seviyordu. Bir süredir alkol kullanmaya da başlamıştı. 1944 yılında üç çocuk sahibi olduğu eşi Anna Issel’in kafasına silahla vurduğu için 4 ay hapiste kaldı ve boşandı. Bu sıkıntılı günlerde Naziler’in Yahudi karşıtı roman siparişine karşılık yazdığı özyaşamöyküsel romanı Der Trinker’i (Ayyaş) 1944 yılında bitirdiğinde savaşın sonu gelmişti ve Naziler yeniliyordu. Romandaki boşluklar ölümünden sonra dolduruldu ve kitap 1950 yılında yayımlandı.
Savaştan sonra Kızıl Ordu Feldberg’e girince bir süreliğine belediye başkanlığı yaptı. Sonrasında istifa etti ve Berlin’e yerleşti. Alkol ve uyuşturucu sorunları onu gittikçe yıpratıyordu. 1946’da yazdığı son romanı Jeder stirbt für sich allein (Herkes Tek Başına Ölür) yayımlandığında kısa sürede tükendi fakat ikinci baskısını göremeden 5 Şubat 1947’de uyuşturucuya bağlı olarak kalp yetmezliğinden Berlin’de öldü.
Böylesine hayatı inişli-çıkışlı ve alkolle-uyuşturucuyla sorunu olan birini niçin size tanıtmak istedim? Öncelikle küçük insanların bir nevi avukatı sayılan Hans Fallada romanlarına kahraman olarak, çeşitli işlerde çalıştığı sırada tanıdığı halktan gelme kişileri seçti ve eserlerinde insanların yaşamını kimi zaman gerçekçi kimi zaman da mizahî bir dille yansıttı. Faşist yönetim altındaki insanların ruh halini -bizzat kendisi de aynı ortamı soluduğu için olsa gerek- çok iyi yazıp yansıttı.
Son dönemlerde faşist ortamda nasıl yaşanabilir, böylesi bir ortama nasıl tahammül edilebilir kıvamındaki kitapları okumaya çalışıyorum. Sizlere de mesela -halen okumadıysanız- Hans Fallada’nın “Herkes Tek Başına Ölür” eserini okumanızı önerebilirim. Bizim nesil, 12 Eylül Askeri Faşist diktatörlük dönemini görüp, feci bir şekilde yaşadı. O yetmemiş gibi, şimdi de önümüzde ‘güncellenmiş’ bir faşizm duruyor. Örgütlü insanlar olarak 12 Eylül’de ne yaptıysak, şimdi de onu yapacağız ama örgütsüz insanların bile yapabileceği o kadar çok şey var ki, böylesi dönemlerde…