“Mitolojideki tanrıçaların rolü, kadınların daha özgür, daha saygıdeğer bir duruma sahip oldukları daha eski bir çağı betimler,” der Engels. Bahsettiğimiz tüm yaşamsal eylem ve düşünceler kadını yeryüzünün ilahi tanrıçası konumuna getirmişti. Toplumda sevgiyi, saygıyı, üretkenliği, koruyuculuğu özellikleri ile temsiliyet oluşturan bu kadınların mağaralarda, heykellerde resmedilmesi bir minnet göstergesiydi.
Ebru Karaaslan
Günümüz toplumsal sorunlarını irdelerken, düşünürken ve tartışırken hangi taşı kaldırsak altında yatanın sınıflı, erkek egemenlikli sistem olduğu gerçeğini her defasında üzülerek görüyoruz. Tüm kötülüklerin babası devlet maskeli maskesiz bin bir suratıyla yaşamın tüm güzelliklerini zehirleyen bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Devlet tanımlamasında “Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık”. Platon’a göre siyaset felsefesinin amacı, insanın mutluluğunun ve yetkin yaşamının sağlanmasıdır. Ona göre insan ancak, erdemli bir yaşam sürerek mutlu olur. Erdemin temeli bilgi, yaşamsal sığınağı ise devlettir der. Bunun yanında bahsedilen erdemli ve akıllı olanlar erkekler ve soylulardır. Eski Yunan düşünürlerinden bazıları da devleti kuvvetlilerin kuvvetsizleri yönettiği şeklinde yorumlamışlardır. Devlet, her zaman kuvvetlinin egemenliğine dayalıdır ve kuvvetsiz olanlar bu kuvvete boyun eğerler.
Ortaçağ’da yaşamış Hıristiyan düşünürlerden Aquino’lu Thomas’a göre (1225-1274) ise “devlet tanrısal bir imparatorluktur”. (Sacrum Imperium Romanum). Aquino’lu Thomas iktidarın ana kaynağının Tanrısal olduğunu, ancak iktidarın halk aracılığıyla kullanılması düşüncesini savunur. Aquino’lu Thomas’a göre “iktidar Tanrı’na gelir, fakat halk aracılığıyla kullanılır.” Devleti, devletçiliği tanrısallaştıran bir dönemin ki manastırın en baskın olduğu bu dönemde devletsiz yaşamı tanrısız görecek bir topluluk yaratılıyordu. Nitekim devlet de kutsal, sorgulanmaz ve dokunulmaz oluyordu.
Sorgulanamazlık ve koşulsuz biata göre kendini kurmak isteyen uygarlık anlayışı var olmak için adımlar atıyordu. Kendini en net ve belirgin şekilde ortaya koyduğu uygarlık tanımlaması Sümer’de kendini bulacaktır, insanın tükettiğinden çok daha fazla ürettiği bu artık ürünün tek elde toplanıp özel mülkiyete dönüşmesi köleci sistemi yaratmıştır. Uygarlık, kendini kutsallaştırma adına inşa ettiği ‘Ziggurat’ tapınakları ile karşımıza çıkıyor. İlk ortaya çıktığında aslında toplumsal bir yanı olan tapınaklar daha sonra gökyüzü düzeninin yeryüzü temsilcisi halini almaya başlıyor. ‘Devlet kurumlaşmasının ana rahmi’ olan Ziggurratlardaki rahipler toplum yaratımı olan birikime el koymaya başlamalarıyla birer tüccara dönüşmüşlerdir. Panteonlar kurularak, hiyerarşi piramidi ile toplumu en alta atıp köleleştirip kendini ulaşılmaz en tepeye koymuşlardır. Tanrıya en yakın olan ‘seçilmişler’in kuralları ondan aldığı emirlerle topluma ileten yeryüzündeki kutsalları olarak kendilerini insan zihnine hakim olma yöntemini bulmuşlardır. Farklı olanı kabul görmeyen zihniyet aynılaşmayı- standartize olmayı geçerli saydı. Tekten gelen kurallar, özgürlüğü de kendi tanıdığı imkanlarla sınırlayarak kafeste özgür olduklarına inandırdı. Hakikatin yerine kendi yaratımı olan gerçekliği anlatarak, hakikate ulaşma yollarını tümden kapatmak istedi. Ne var ki diyalektiğin özü gereği, aynılık kendini çeşitli olanla kanıtlar.
Paleolitik çağda Hominidlerden bugüne ilk topluluk halinde gezen insan öncülerinin evrimsel ve zihinsel süreçlerinin değerli olduğu hakikati yadsınamaz. Mesele sistemin bu evrimsel ve devrimsel süreci hiç edip bir taraftan ilkel, çağ dışı davranışlar olarak göstererek özümüzden koparılan bir topluluk var etmesiyle başlıyor. Tarih öncesi toplumlar yok sayılırken aslında bu toplumların yaşamı kadının, erkeğin, doğanın bir bütün canlı evrenin eşitlik ilkesi ile nasıl sürdürdüğünü bilmekteyiz. Bu kodları bizler Neoilik’ten bugüne azalarak da (5.000 yıllık zihin işgalini nedeni ile) olsa yitirmeden kendimizle taşıyoruz. Her arayış bir hakikate ulaşmalı, içsel olarak bizi bu arayışa sürükleyen özgürlük bilincimizin hala var olduğu açık değil mi?
Toplumsallığın temeli onu sağlayacak topluluğun varlığıdır. Bunun sağlayıcısı olan kadın ilk çağlarda bu özelliği ile toplumda önemli bir değere sahip oluyor. Alt Paleolitik dönemde yaşayan Homo Erectuslar, doğumu kendi düşünüş biçimine göre anlamlandıramadıkları için onu daha önce “mağaralarda, yarıklarda ve ağaçlarda yaşayan ve kadının karnına girerek dünyaya gelen tohum ya da ruh” sanmaktadır.1 Kadın, yaşamın devamını sağlayan, toplumu çoğaltan tinsel bir güce sahip olarak algılanmış olabilir. Evrende, doğa olayları ve diğer canlılarla yaşamı zor olan türün devamı açısından, bireyin tek başına yok olduğu ancak topluluk ile güç ve yaşam kazandığını görmüşlerdir. Henüz anlam kazanmayan ölüm ile aynı zamanda doğumu-varoluşu dişinin doğurgan niteliğine borçludur. Bu nedenle, cinsel kimliğiyle toplumsal yaşamı var eden kadının korunmasına ve çoğalmasına özen gösterilmiştir.
Kadın eksenli bir toplumsallaşmanın yaşandığı bu dönemler Neolitik’e kadar devam ederek kadının yaşamı garantileyen çoğalmanın dışında doğayla iç içe ve bütünlük içinde olduğu dönemlerin temelleriydi. Çünkü anlamaya çalışan kadın doğaya daha çok zaman ayırdı. Her akşamdan sonra gelen sabahın sürekliliği ona bir döngü olduğunu gösteriyordu. İnsan da ölüyor ama yeniden doğuyordu ve bitkiler ve hayvanlar… Bu döngünün içinde olduğunu anlayan kadın daha çok gözlemlemek ve deneyimlemek istedi. Toprağa baktı, altında yeşeren tohum yeryüzünde görünür değildi ama bir zaman sonra toprak da doğuruyor ve fide büyüyordu. Onun etrafında da diğer fideler doğup büyüyordu. Kendi klanına benziyordu. İnsan beslenmek için alternatif aradı toprakta tohumun çoğalarak yetiştiğini gören kadın önce bitkileri tanıdı. Denedi, deneyimleri sonucunda kimi otların şifa verip yaşattığını, kimilerinin zehir verip öldürdüğünü anladı. Ve kadın yeni besin türlerini keşfetti, otları pişirdi. Etrafındaki topluluğa doğurganlığı ile yaşamı garantileyen kadın bu defa da ölmemesi için şifalı otları ile yok olmasını engelledi. ‘İnsanlığın çocukluk aşaması’ olan bu çağda kadın gelişerek, doğadan öğrenerek büyüdüğü gibi toplumu da, tohumu da yetiştirip büyütüyordu.
Evrende her şey bir ruha sahipti. Canlı-cansız ayrımı yoktu. Tüm doğanın canlı olduğunu anlamlandırmak toplumsal bilincin davranışsal kodlamalarını getiriyordu. Bu sayede ahlaki bir yaşam mümkün oluyordu. Talan, zor, yok etmek, ‘öldürmek’ bir kavram değildi, bu canlı yaşamda yeri yoktu. Empatinin en yalın ve koşulsuz yaşandığı doğal toplumun varlığını koruduğu neolitikte, toplum her şeye verilen zararın kendisinde yaşandığını içselleştiriyordu. Bir ağacın dalı, insanın kolu gibiydi. Onu kestiğinde nasıl ki insan eksik kalıyor ve acı çekiyorsa aynı duyguları ağaç için de düşünüyor olmasından zarar vermiyordu. Ağaç da kendisi gibi toprak ananın çocuğuydu. Yavrusunu besleyen anne, diğer canlı yavrusunu da kendi klanından görüp emziriyordu. Bu durum günümüzde Amazon’un derinliklerinde yasayan Awa kabilesinde görünüyordu. Doğa ile uyum içinde yaşadıkları gibi hayvanları da kendi ailelerinin bir parçası olarak görüyorlardı.
Doğa ile toplumsal ilişki kuran kadın bir başağın tohumunun düşüp çoğaldığını görerek, doğadan edindiği teorileri pratikleştirip o toprağı işleyip tarlalar oluşturmaya başlıyordu. Ve tohum saklamayı düşünüp sonraki zamanlar için kıtlık yaşamanın önüne geçiyordu. Bugün hala annelerimizin devam ettirdikleri kültür bu, hala sandıklarında 20-30 yıl öncenin tohumunu saklayan kadınlarla mutlaka karşılaşıyoruz. Güneşi, yağmuru, ayı anlamlandırıyor ve bitkilerin güneşin ışınları ile canlandığına şahit olan kadın da sabah doğan güneşin ışınlarını avuçlarının içine alıp yüzüne sürüyordu. Neolitik bir bütün animizm, canlıcılık yaşamı içinde varlığını sürdüren toplumlarca yaşamı ahlaki bir boyutta yaşayıp, sonraki nesillerine aktararak bir kodlanmış donanım var edilen dönemdi. Öncesinde mitolojik anlatımların devamında görülen şey, Neolitik deneyimlerin harmanlanıp bir bütün toplumsallaştırıldığı zamana işaret ediyordu. Bu benzerlikleri mitolojik anlatımlardan yorumlayarak günümüze kadar taşıyan kadınların eliyle yaşıyoruz.
Toplumsallığın ilk adımının atıldığı yaşamın doğal akış içerisinde kurulduğu, dönemin ardılları olarak bizler doğal toplumdan kalan bu parçaları yaşamsallaştırabiliyor muyuz? Nasıl bunu normalleştiren zihniyete kendimizi teslim ettik? Nihayetinde söylencelerin illüstrasyonu zihnimiz oluyor. Bu dönemde anasoylu toplum ile ona taban tabana zıt gelişen ataerkil topluluğun çatışmasını mitolojik eserlerle görüyoruz.
“Mitolojideki tanrıçaların rolü, kadınların daha özgür, daha saygıdeğer bir duruma sahip oldukları daha eski bir çağı betimler,” der Engels. Bahsettiğimiz tüm yaşamsal eylem ve düşünceler kadını yeryüzünün ilahi tanrıçası konumuna getirmişti. Toplumda sevgiyi, saygıyı, üretkenliği, koruyuculuğu özellikleri ile temsiliyet oluşturan bu kadınların mağaralarda, heykellerde resmedilmesi bir minnet göstergesiydi. Bu denli toplumsal ifade kazanmış kadın bir otorite geliştirmemiş, hiyerarşi ve baskı alanları oluşturmamış. Yaşam bir bütünlük ve eşitlik içinde devam ederken buluşlarında başı, gövdeden ayrı tutmamış birlikte emeğin içinde var olmuştu. Genç, yaşlı ayrımı yapılmadan atıl, emekli diyerek tecrübe ve deneyimleri hiç etmemişti. Yaşam bir iş terazisi, mesai saati gibi işlemiyor, sürekliliği için her bir birey o yaşamın içinde akan nehir gibi devamlılık gösteriyordu. Farklılıkların birliği ilkesi ile herkesin gücüne göre yapabileceği oranda iş yaptığı, eşitsizlerin kendi güçlerine göre eşitlendiği bir toplumsal düzen işleyişi vardı. Her birey klanda karar mekanizmasıydı. Herkes o karara katılabiliyordu. Bir iş yapılacaksa bu işin ne olduğu ahlaki olan tarafıydı, nasıl yapıldığı da politik yaşamdı. Dayanışma esasına bağlı olarak politik hareket eden bu topluluklarda farklılıkların birliği yaşamsaldı. Devletleşme ile farklılıkların yaşamsal tarafının içi boşaltılmış tamamen iktidarın kendini meşrulaştırma aracı haline gelmiştir. Nitekim kadının etrafında gelişen bu devrimsel yaşam ahlaki, politik bir şekilde devam edebiliyordu. Bir hata, aşırılık bu toplumlarda öncelikle uyarı ile dönüştürülmeye çalışılıyordu, devam ettiği taktirde toplumdan uzaklaştırılıp birey bir yoğunlaşmaya sevk ediliyordu. Toplumdan ayrı bir hiç olduğunu anlayan birey, yine kendi klanına değişerek geri dönüyordu. Doğal toplumların içinde bir uygarlık nüvesi barındırmayan bu kadar köklü bir tarihsel yaşamın içinden tanrıçalardan, ana kadınlara kadar akışkan bir toplumsallıktan kopartılması için önce doğa sonra kadın hiç edilmeliydi. Saldırılar hala hem doğaya hem kadına yapılırken çok açık tarihsel emellerini görebiliyoruz. Devletin, erkek egemenlerin değişmeyen saldırıları her dönem yöntem değiştirerek, geliştirerek de olsa tek amaç doğal toplumda kadın etrafında oluşan toplumsallığı yok edip kendine biat eden toplumunu yaratmaktı.
Her şeyi yaratan tanrıça kültürünün yok edilişi binyıllar boyu sürse de, bu savaşın hala erkek sistem-devlet tarafından devam ediyor oluşu yine kadınların direnişi, mücadelesi sebebiyledir. Kendi öz varlığını, tarihte önce ideolojik saldırılarla toplumsallığın bilincinin işgal edildiğini bilen kadınların yaşamın her anında yaşamı ve anlamı yeniden üretme çabası her türlü yönelime rağmen bitmemiştir ve bitmeyecektir de. Çünkü yaşamın devamı için ilk beslendiği ve toplumsallaştığı kadınla başlamış, kadının ezgileriyle ninnileriyle büyümüştür, ahlakını değerini kadın duygusundan edinmiştir.
Bu sebepledir ki tarihte en eski sömürgenin sömürgeleştirildiği bu topraklarda yine kadın gerçekliği ‘Jin Jiyan Azadî’yle eski tanrıça kudretine ve güzelliğine ulaşma kavgasının başkaldırısına soyunmuştur.