Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Cengiz Yürekli, Abdullah Öcalan üzerindeki tecridi değerlendirerek, ‘İmralı Cezaevi, komplonun arkasında olan planlayıcı ve örgütleyici aklın yürütmüş olduğu bir konsepttir. dedi
Küresel güçlerin Ortadoğu’ya ilk müdahalesinin başlangıcı olan PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük uluslararası komplo 26’ncı yılına girdi. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıktığı 9 Ekim 1998’den Türkiye’ye getirildiği 15 Şubat 1999’a kadar devam eden süreçte küresel güçlerin oyunlarıyla örülen komploda, PKK Liderinin hiçbir siyasi iltica talebi kabul edilmedi. Uluslararası hukukun ayaklar altına alındığı bu süreçte, Abdullah Öcalan’ın “tabutluk” olarak tanımladığı İmralı’nın inşasına da başlandı.
Türkiye’ye getirilmesinin ardından ilk olarak özel dizayn edilen İmralı Tek Kişilik Kapalı Cezaevi’ne konulan Abdullah Öcalan, Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) gözlem ve raporları sonrası, adı F Tipi olarak değiştirilen cezaevinde yine özel dizayn edilen hücreye götürüldü. Abdullah Öcalan, 17 Kasım 2009’da İmralı Adası’nda yeni inşa edilen ve önceki cezaevine göre daha küçük ve şartları daha ağır olan F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ne sevk edildi. İmralı’da koşulların ağırlaştırılmasıyla “koster bozuk” ve “hava muhalefeti” gerekçeleriyle sistematik hale getirilen avukat ve aile görüş engellemeleri, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası 6 ay süren yasaklamalarla, daha sonra “disiplin” adı altında verilen hücre cezalarıyla sürdürülüyor. Bu durumun hem hukuki hem siyasi olduğunu belirten Abdullah Öcalan’dan, 31 aydır haber alınamıyor.
Abdullah Öcalan’ın müdafiliğini yürüten Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Cengiz Yürekli, uluslararası komplo sürecinde İmralı’nın inşası, komploda yer alan güçlerin tecritteki rolü ve mutlak iletişimsizlik haline dair değerlendirmelerde bulundu.
İmralı’nın yeniden inşası
İmralı Cezaevi’nin henüz Abdullah Öcalan yakalanmadan önce ABD’den gelen CIA (Birleşik Devletler Federal Hükümeti’nin sivil bir dış istihbarat servisi) yetkilileri ile Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) arasında 4 Şubat 1999 tarihinde yaplan bir toplantı sonucu “gizli” bir protokolle yeniden inşa edildiğini belirterek, “Bu toplantı sonucu; Ada Hapishanesi’nin bir bütünen boşaltılarak, yeniden dizayn edilmesi karara bağlanıyor. Sayın Öcalan bu güçler tarafından 9 Ekim’de Suriye’den çıkmak zorunda bırakılmıştı. Bu protokol kapsamında İmralı Adası boşaltıldığı gibi, yeniden tek kişiye (Öcalan) özgü olarak inşa edildi, yeniden kurgulandı. Yüksek güvenlikli bölge kapsamına alındı ve daha sonra Sayın Öcalan’ın getirilmesiyle beraber askeri yasaklı bölge kapsamına alındı. Bu yönüyle İmralı Cezaevi’nin kuruluşu da hukuka dayanmıyor” dedi.
İradeyi teslim almaya dönük
25 yıllık süreçte İmralı Adası’nın uluslararası bir sisteme dönüştüğünü ve olağanüstü kriz merkezinin denetiminde olduğunu ifade eden Yürekli, İmralı uygulamalarının da tamamen insan iradesini teslim almaya dönük bir cezaevi olduğunu söyledi. Dönemin devlet yetkililerinin “Bir kere mi öldürelim, yoksa her gün tekrar tekrar mı öldürelim?” şeklinde işkencede uzlaştığının dile getiren Yürekli, “İmralı Cezaevi, komplonun arkasında olan planlayıcı ve örgütleyici aklın yürütmüş olduğu bir konsepttir. Bunu bu şekilde bilmek, algılamak gerekiyor” ifadelerini kullandı.
‘Öcalan yasaları’
İmralı Cezaevi’ndeki “hukuksuz” uygulamaların 1999 ile 2005 yılları arasında fiili olarak sürdüğünü aktaran Yürekli, 2005 yılından sonra ise tüm uygulamaların yasalaştığını ve Türkiye infaz hukukuna yansıdığına dikkat çekti. Yürekli, “Özellikle 2005 yılından sonra ‘Yüksek Güvenlikli Cezaevi’ ve ‘Ölünceye kadar cezaevinde kalma’ şeklindeki yasal düzenlemelerle beraber bugün yüzlerce kişiyi kendi bünyesine almıştır ve hala devam etmektedir. Esasında 2005’te Türkiye’de düzenlenmekte olan bir ceza infaz hukuku vardı. 2005 yasaları bu konsepttedir. Ancak bunlar daha sonra da Meclis tutanaklarına da geçtiği üzere, ‘Öcalan Yasaları’ olarak algılanmaya başladı. Mevcut iki düzenleme buraya girdi. Bir ölünceye kadar ağır müebbetle cezaevinde kalma, avukat görüşmeleri, cezaevinde aile ziyaretleri, cezaevinde haklardan yararlanma gibi hususlar, hücre cezası gibi benzeri şeyler yeniden düzenlendi” diye belirtti.
AİHM ve CPT’nin tutumu
Abdullah Öcalan’ın tüm bu baskı ve işkenceye karşı direnmesiyle tecridin başka bir boyutuna geçildiğini kaydeden Yürekli, 2005 yılındaki mevcut durumun 2015 yılına kadar farklı bir şekilde sürdürüldüğüne işaret etti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM’) ve Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) 25 yıldır yaşanan bu tecrit ve işkence politikalarına karşı kendi mevcut pozisyonunu korumaktan başka bir şey yapmadığını ifade eden Yürekli, “AİHM ve CPT mevcut duruma duyarsız kalmaktadır. Kendi rol ve sorumluluklarını zamana yayarak görünmez kılma çabasındalar. Yoksa 25 yıl boyunca böylesi bir durumun söz konusu olması asla olmazdı. İmralı özelinde, Sayın Öcalan şahsında resmi politikanın hukuk dışı boyutlarıyla bir iş birliği söz konusudur. Bu işbirliği uluslararası aktörlerin yanı sıra, yargıçlar, kamu görevlileri, hatta ülke insanının aydın geçinen kesiminin dâhiliyle mümkün olmaktadır” dedi.
‘Kapalı bir kutu’
25 yıllık süre zarfında İmralı’ya ne Meclis organlarının ne denetleme görevi olan mekanizmaların ne de sağlık kuruluşlarının gitmesine izin verilmediğini kaydeden Yürekli, “İmralı 25 yıllık süreçte artık görünmez, kimsenin bilmediği bir kapalı kutu olarak tutulmaktadır” ifadelerini kullandı. “İmralı’da yaşananların teşhir edilmesi ve bu durumun lağvedilmesinin insan haklarının ve hukukun gereğidir” diyen Yürekli, tüm bunlara rağmen bir sessizliğin hakim olduğunu belirtti.
‘Özgürlüğün kapısı aralandı’
İmralı tecrit sisteminin lağvedilmesinin hukuksal bir şekilde gerçekleşmeyeceğinin altını çizen Yürekli, 25 yıl sonra AİHM’in vermiş olduğu “umut hakkı” kararıyla hukuksal olarak değişim zeminin oluştuğunu ifade etti. “Bu yönüyle özgürlüğün hukuksal kapısı aralanmıştır” diyen Yürekli, ancak bu durumun toplumsal ve politik olarak desteklenmesi gerektiğini dile getirdi.
Haber: Ergin Çağlar / MA