Birkaç yıldır, her mayıs sonunda bu konuyu yazmayı düşünmüş her seferinde de bir nedenle yarım kalmıştı notlarım. Bu defa başladım madem, yazıp bitireyim; aklımda duracağına kâğıtta dursun!
Konu, özel olarak Kürtlerin Gezi Direnişi ile olan ilişkisi ve o gün bugündür özellikle ultra-ulusalcı kesimler tarafından ısrarla tekrarlanan ve her seçim öncesinde “Bunlar AKP ile anlaştı” dedikodularına dayanak yapılan “Kürtler Gezi’ye katılmadı” teziyle ilgili. Kuşkusuz muazzam bir toplumsal hareket olarak Gezi’nin başka yönleri de yazılmayı hak ediyor ama bu konunun da geleceği doğru inşa etmek açısından bir anlamı var. (Bu arada, yazacaklarımın başlıkta söz verildiği gibi bire bir tanıklığa dayanacağını özel olarak belirtmeliyim. Zaten, izleyenler bilir, o günlerde de 3-4 ayrı yazıda Gezi ve Kürtler üzerine izlenim ve eleştirilerimi sözümü sakınmaksızın yazmıştım.)
Birinci Bölüm
31 Mayıs ve 1 Haziran
Madde madde gidersek, öncelikle 31 Mayıs gecesi itibarıyla şiddetlenen ve neredeyse sabaha kadar süren çatışmalarda ve ertesi gün parka yerleşme sürecinde Kürtlerin var olmadığını söylemek doğru değildir, açıkçası ahlaki de değildir. O gece, Tarlabaşı, İstiklal ve Sıraselviler’de yoğunlaşan süreçlerde, özellikle de barikatlara dalga dalga yüklenilen Tarlabaşı ayağında çok karışık bir bileşenler topluluğu vardı ve Kürtler de diğer bütün gruplar ve topluluklar gibi, sürecin tam içindeydi. Aynı anda bir sinema eleştirmeni, bir eski TKP’li abi ve bir Tarlabaşı çocuğunu gördüğümü hatırlıyorum; o kadar karmaşıktı her şey. Açıkçası, ben dâhil birçok insan o akşamın bu kadar sert ve kitlesel olacağını ummuyorduk ama her şey giderek sertleşti ve hem Taksim civarında, hem de çeşitli mahallelerde herkes elinden geleni yapmaya çalıştı. Ertesi gün sabahtan itibaren başlayan yüklenme ve çatışmalarda da yine herkes vardı ve nihayet belli bir noktada Kılıçdaroğlu’nun Kadıköy mitingini iptal etmek zorunda kalmasından sonra köprüden ve çeşitli yerlerden gelen o büyük kitleler karşısında iktidar polisi çekerek parkı açmak zorunda kaldı.
Böyle ortaya ‘de facto’ bir durum çıkmıştı. Elde bir park ile kocaman bir alan vardı ve bu tablo İstanbul’un her yerinden yüzbinlerce insanı Taksim’e doğru çekiyordu. Ancak, bunun anlamı, ne kadar süreceği, neyi hedefleyeceği henüz kimsenin kafasında çok net değildi.
Not düşmek gerekir ki, ilk günlerde bütün çatışmalara katılan Kürt tabanın da kafası tam olarak net değildi. Taksim alanı ve park açıldığında da bu kesim, birden bire kendisini son derece renkli, son derece karmaşık bir kitlenin arasında buldu. Anarşistlerden ırkçı TGB’cilere, feministlerden CHP tabanındaki insanlara kadar herkes oradaydı ve bu kalabalığın içindeki Kürtler neyin nereye gideceği konusunda belirgin bir endişeyle ‘merkezden’ politik yönelim beklentisine girmişlerdi. Polisle cebelleşmek, sokaklarda olmak iyiydi ama bir yandan da Amedlilerin deyimiyle “dezgaha gelmiyelim” duygusuna sahiplerdi ve bu duygunun bir arka planı da vardı.
Demirtaş’ın uyarıları
Tam bu esnada, 1 Haziran günü, o zaman Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) Genel Başkanı olan Selahattin Demirtaş, yanılmıyorsam Diyarbakır Kayapınar Kültür Merkezi’nde yaptığı bir konuşmada, söze şöyle başladı: “İnsanlar Gezi parkındaki ağaçlar için değil, aynı zamanda hükümetin olumsuz politikalarına da tepki koyuyor. Vatandaşın tepkisini değerli buluyorum. Biz BDP olarak gezi parkı direnişçilerinin yanındayız. Vatandaşa atılan her bir gaz ve vurulan coplar için hükümeti kınıyorum. Bölgede yıllardır olup biten İstanbul’da olsaydı onlarca genç İstanbul dağlarına çıkardı. Halkın tepkilerini değerli buluyoruz.” Demirtaş daha sonra ise şöyle devam etti: “Ancak bu eylemle birlikte şu an bazı ulusalcı, ırkçı ve milliyetçi kesimler Kürt sorununu nasıl baltalayabilirizin içindeler. Bunların farkındayız. Halkın direnişini destekliyoruz. Ama herkesin dikkatli olması gerekir. (…) Müzakere ve barış sürecine karşı ulusalcı ve milliyetçi kesimler süreci baltalamak için uğraşıyorlar, bunlara karşı dikkatli olmak lazım. Biz Gezi parkında yaşananları müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir.”
Bu beyanlar, daha sonra Demirtaş’ın da özeleştirel biçimde ifade edebileceği gibi, çarpıtılmaya açık söylemlerdi. Bir yıl sonra Evrensel’den Fatih Polat’a verdiği bir röportajda Demirtaş, şöyle diyecekti: “Çok daha net anlaşılacak şekilde ifade etmeliydim. Ben bir siyasetçiyim sonuçta. Bir partinin eş genel başkanı olarak mesajımın maniple edilmeyeceği bir formatta konuşmalıydım. Bu yönüyle geriye dönüp baktığımda evet, çarpıtmaya alan açtım ve çarpıttılar. Bu konuda benim böyle bir eksikliğim olabilir ama bu konuyu burada bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Gezi direnişinin 3. gününde Diyarbakır’da bir basın toplantısıyla Gezi direnişini neden desteklediğimizi açıkladım. Ve ‘ BDP İstanbul İl Örgütü ile birlikte biz de yarın Taksim’de olacağız’ dedim. Bir gazeteci şunu sordu ‘Siz Taksim’de olacağız diyorsunuz ama İstanbul’da dün birileri bildiri dağıttı’. O birileri dediği de şu Türk Solu dedikleri yapının gençlik örgütleri falan olsa gerek. Ve bildiride şu deniyor: ‘Apo Erdoğan görüşmesine karşı.’ Hem orduyu göreve davet eden, hem de ırkçı söylemler içeren bir bildiriyle herkesi Taksim’e davet ettiler. Siz de Taksim’e davet ediyorsunuz insanlar bu bir çelişki değil mi, dediler. ‘Biz Taksim’de olacağız ama o darbeci, ırkçı, faşist, çevrelerle yan yana durmayız. Benim arkadaşlarım yarın Taksim’de olacak ve göreceksiniz yan yana olmayacağız. Onlarla bizim aynı amaç için Taksim’e çıktığımız söylenemez. Dolayısıyla biz onlarla aramıza kesinlikle mesafe koyduk, bu güne kadar. Gezi direnişinde de meydana gelirlerse çıkarlarsa yine aramıza mesafe koyarız’ dedim.”
Bir arka plan
Çok açıkça söylenebilir: Demirtaş’ın Gezi’nin ilk günlerinde söyledikleri, sadece çarpıtılmaya açık değil, politik olarak da yanlıştı. Politik yanlıştan kastım şudur: Demirtaş, hem bir parti başkanı olarak, hem de kişisel etkinliği bakımından düşünüldüğünde, söylediği her söz bir tür yönerge olarak algılanabilen ve algılanan bir insandı. Dolayısıyla, bu sözlerin, eyleme karşı tutum belirlemeye çalışan ve parti yönetiminden bir talimat ya da perspektif beklentisi içinde olan Kürt kitlesi tarafından bir tür “uzak durma çağrısı” olarak anlaşılacağı son derece açıktı. En azından ilk günler itibarıyla öyle de oldu.
Fakat burada, başka birkaç noktaya da değinmemiz gerekiyor. Bir söylemin politik olarak yanlış olması ile temelsiz olması arasında ciddi bir fark vardır. Biraz karışık oldu, daha açık yazayım. Demirtaş’ın kuşku ve kaygı barındıran cümleleri, Kürtler üzerinde bıraktığı etki ve yarattığı tereddüt bakımından yanlıştı; ancak bu cümlelerin Kürtlerin geçmiş deneyimlere dayanan refleksleri ve haleti ruhiyesi bakımından anlaşılabilir bir arka planı vardı.
Özetlenebilir:
Birincisi, Gezi’de ortaya çıkan tablo, Kürtlerle Türkiyeli muhalif kitle arasındaki ilk deneyimdir. Evet, daha önce Türkiyeli devrimciler, devrimci örgütlerle birçok ittifak ve ortak iş yapılmıştır ama bu kez, bir alana toplanmış çok ama çok karmaşık ve politik olarak ‘riskli’ olabilecek bir topluluk söz konusudur. Altını çizmek gerekir, bu, Kürtlerin, örneğin 1 Mayıs’ta solla bir araya gelmesi gibi değildir; orada belli bir miting programında belli güçler vardır. Gezi’de ise kimsenin öngöremediği ölçüde karmaşık ve spontan bir tablo vardır.
Tekrar edelim, geçmişte bunun yaşanmamasının sorumlusu kimdir tartışması bir yana Kürtlerle Türkiyeli genel muhalif toplam arasında ilk kitlesel biraradalık Gezi’dir. Henüz ortada fikriyat olsa da bir başarı öyküsü olarak HDP yoktur; 7 Haziran yoktur; 31 Mart hiç yoktur. Ve Gezi, yaşayan herkes bilir, park biraz oturana kadar aynı zamanda endişe verici ölçüde gergin bir ortamdır da. Gezi, sadece Kürtlerin değil, bir bütün olarak Türkiye devrimci hareketinin de bu çapta yaşadığı ilk deneyimdir ve herkes coşkulu olduğu kadar neyin nereye varacağı konusunda düşüncelidir.
İkincisi, kolay unutuluyor biraz, Türkiye daha 5-6 yıl öncesinde “Cumhuriyet Mitingleri”ne sahne olmuş, insanlar “ordu göreve” gibi sloganları işitmiştir. Kürtler, büyük kitlesellikteki bu mitinglerde ve bu mitinglerin hedeflediği “Cumhuriyet” modelinde kendilerini bulmak bir yana, alanlardan açıkça hasmane bir koku almışlardır. “Ordunun göreve” gelmesinin ne demek olduğunu etiyle canıyla yaşamış bir halk olarak o günlerde süreci endişeyle izlerken, bütün bu karmaşada “kabağın kendi başlarına patlayacağı”nı da tarihsel deneyimleriyle bilmektedirler. Bugün bile hâlâ dip ulusalcıların Erdoğan’ı eleştirmek adına “siz megri megri söylemiştiniz”, “Habur’da şunları karşıladınız” gibi zevzeklikleri tekrarladığı düşünülürse Kürtlerin ulusalcı bayrak denizleriyle başının niye hoş olmadığı ve tekrarından neden endişe duydukları anlaşılır sanırım.
Üçüncüsünü anlatmak için bir anıya başvurmalıyım. 1 Haziran günü, sabah… Henüz Demirtaş filan da konuşmamış. Gazetenin kapısında dağıtımda çalışan benden biraz yaşlıca bir abi soruyor: “Yahu Ender, tam bu müzakere filan işleri varken, ne dolap çeviriyor yine bu devlet?” Durup ikna etmeye çalışıyorum; bunun büyük bir direniş olduğunu, “gündem değiştirme” gibi düşünmemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. “Tamam” diyor ama onca zamandır kulağının üstüne yatan Türklerin birden böyle celallenmesinde yine de bir bit yeniği olduğu fikrinden vazgeçmiyor.
Tam olarak bu işte ve bunun Demirtaş’la da ilgisi yok. Kürt meselesinde her sıkıştığında “gündem değiştirmek” için bir şeyler icat eden devletle ilgili deneyimleri her Kürdün belleğinde bir refleks tetikleyici olarak hep var ve öyle görünüyor ki uzun süre daha var olacak.
Sonuç olarak
Bütün bunları anlatarak ne söylemek istiyorum?
Söylemek istediğim şey şu: Gezi’nin başlangıcındaki soğuk tavır, yalnızca siyasal liderlikle ilgili olmayan, yakın geçmişte politik/psikolojik arka planları olan bir durum. Ve yine hemen ardından söylediğim şey şu: Siyasal liderlik (buradaki örneğimizde Demirtaş) tabandaki endişe ve tereddütleri anlamakla yükümlüdür elbette ama liderliğin işi bu endişe ve tereddütleri mikrofonlara tekrarlayarak artırmak değil, net tutum ortaya koymaktır. Geriye kalanı, parti içi genelgeler ve uyarıların konusudur. Parti, örgütlerine, üyelerine şuraya gidin ama şuna da dikkat edin der ama kamuoyu önünde genel söylemlerden kaçınır. Politik yanlış derken kastım, tam olarak budur. Nitekim daha sonradan Kürt hareketinin başka sektörlerinden de bu yönde özeleştiriler geldiği, “Başlangıçta süreci iyi okuyamadık” gibi söylemlerin kullanıldığı biliniyor. Meraklıları isterse bu konuda okumalar yapabilir. Ayrıca, üstünden atlanmaması gereken bir başka gerçek, Kürtlerin, Gezi sürecinin sonraki aşamaları boyunca cenazelerden mahkemelere kadar aktif davranması, sonuçlarıyla birlikte Gezi’ye sahip çıkmasıdır.
İkinci Bölüm
Kürtler Gezi’ye gitse miydi?
Bu konuya bir biçimde nokta koyduktan sonra, artık Kürtler ve Gezi sorununun bir başka cephesine geçebiliriz.
Ama bunu yaparken son derece açık sözlü olmalıyız
Açık sözlülükle yanıtlanması gereken soru ise şudur: Kürtler Gezi’ye gerçekten gelsin miydi?
Daha da anlaşılır olsun: Kürtlerin Gezi’ye gelmediği suçlamalarını yıllardır yapanlar, gerçekten bunu istediler mi? Şu anda benzer bir durum olsa, Kürtlerin katılmasından yanalar mı?
Geriye dönüp bir an hayal edelim o zaman… 1 Haziran 2013’teyiz ve Kürtler, Kürtlerin her düzeyden örgütleri, Gezi’ye bütün kitlesel güçleriyle katılma kararı alıyorlar. Pek sık yaptıkları gibi de “Newroz Ruhuyla Gezi’ye!” çağrısı yapıyorlar ve İstanbul başta olmak üzere İzmir’den Diyarbakır’a, Şırnak’a kadar bütün her yerde yediden yetmişe alanlara yığılıyorlar. Yüzbinlerce insanla Gezi Parkı ve Taksim alanının en az üçte ikisini dolduruyorlar, nereye baksan sarı kırmızı yeşil!
Ne dersiniz?
Böyle bir durumda ne olurdu sizce?
Birkaç nokta ve birkaç soru
Saymaya başlayalım:
Birincisi, hiç kehanet değil, ağır deneyimlerimizle biliyoruz ki, böyle bir durumda Kürt illerindeki tablo, Gezi’de yaşadığımızdan çok daha sert olurdu. Gezi’de işlerin “kibar” gittiğini söylemiyorum; orada verdiğimiz kayıplar zaten yeterince çok ve acı ama bölgede işin içine özel timler, JÖH-PÖH, değişik kontrgerilla unsurları, Hizbullah artıklarının da gireceğini tahmin etmek zor değil. Bunun anlamı ise, doğrusu telaffuz etmek bile istemem ama çok ağır bir şiddet dalgasıdır; bir tür erken doğmuş 6-8 Ekim’dir. Böyle bir durumda, Kürtlerin Gezi’deki “yokluğunu” diline pelesenk ederek politik çıkar arayanların nasıl davranacaklarını açıkçası bilmek isterim. “Biz alana bunun için çıkmamıştık, Kürtler işin içine girdi kan gövdeyi götürüyor” cümlesini duyar mıydık örneğin?
İkincisi, şiddetin artışı bir tarafa, Kürtlerin Taksim’i sarı kırmızı yeşil doldurduğu koşullarda, metrekareye seksen Kürt düşerken, bu tezin, bu iddianın sahipleri ne düşünürlerdi? Alanın yalnızca bir köşesini kapladıkları koşullarda bile “çevreye verdikleri rahatsızlık” (!) düşünülürse, bu, söz konusu iddianın sahipleri için hoş bir durum olur muydu?
Üçüncüsü, -asıl dananın kuyruğu burada kopuyor- bu iddianın sahipleri Kürtlerin Gezi’ye “ne olarak” gelmelerini isterlerdi? İyice anlaşılsın diye daha açık soralım: Kürtler, öyle rasgele bir insan topluluğu filan değil. Renkleri var, örgütleri ve ideolojileri, kendi deyimleriyle ‘paradigmaları’ var; siz beğenin ya da beğenmeyin kendilerine önder bildikleri bir insan var… Var ki var!
Peki, nasıl gelmeliydi Kürtler? Bütün bunlardan vazgeçerek, bütün bildiklerini unutarak mı? Ne lazım size? Asker mi? Çok net soru: Kürtler gelsinler, kalabalık yaparak iktidarı ürkütsünler, sonra da iş bitince çekilip evlerine mi gitsinler? Örneğin o kadar insanla geldikleri bir alanın perspektifleri ve yönelimi, hedefleri üzerine bir fikirleri olmasın, varsa da kendilerine saklasınlar. Öyle mi? Bu mudur?
Denilebilir ki, Kürtler ya da başkaları, Gezi eyleminin ruhuna kendilerini adapte etsinler, kendi özgün amaçları ile eylemin amaçlarını uyumlu kılsınlar. Tamam, olabilir. Doğrusu ve olması gereken de bu zaten. Şu anda Gezi olsa bunun üzerinde tartışılabilir örneğin, tartışılmalı. Ama daha önce bu düzeyde bir toplumsal hareket yaşanmamışken ve ortak iş yapma gelenekleri neredeyse sıfır noktasındayken, her yere kendi dertlerini taşıma alışkanlığına (ve mecburiyetine) sahip olan Kürtlerden bu kıvraklığı ve esnekliği beklemek mümkün müdür? Mümkün müydü? Çok daha sık olarak bir araya gelip ortak iş yapmış olan sol yapılar bu adaptasyon işini becerebildiler mi örneğin?
Sonuç olarak temel ve can acıtıcı soru ortada duruyor: Kürtlerin, örgütlü bir güç olarak Gezi’ye gerçekten tam boy katılmasını istiyor muydunuz? İster miydiniz?
Üçüncü Bölüm
Kürtler Gezi’de ne yaptı?
Sonuçta Kürtler, ilk birkaç günün tereddüdünden sonra Gezi’ye geldiler ve hakkını yemeyelim, parkın da en “manzaralı” yerine çadırlarını kurdular. Bütün güçleriyle gelmediler elbette; parkın havasını Kürdi yapmak istemediler, bunu biraz da bilinçli yaptılar.
O günlerde sıcağı sıcağına görüşlerimi ve eleştirilerimi yazmıştım. Burada tekrarlamamda da bir sakınca yok.
Bana sorarsanız, Kürtler, kendi açılarından bulunmaz bir nimet olan verimli Gezi ortamını iyi değerlendiremediler. Halay rekoru kırma denemelerine biraz ara verip yapabileceklerinin çoğunu maalesef yapamadılar.
Her şeyden önce Gezi; en azından çatışmasız geçen az çok sakin geçen günlerde, sadece Kürtler değil, herkes için kaynaşma, başkalarını anlama ve kendini anlatma mekânıydı. Bulunmaz nimet derken kastım bu. İnsanların birbirine zorla simit-börek ikram ettiği, herkesin bir paylaşma/kaynaşma çılgınlığı yaşadığı bir yerden söz ediyorum. Fakat Kürtler, parkla kaynaşma, onun bir parçası olma kaygısına sahip olmadılar ve bunun yerine kendi coşku ve atmosferlerini yaratmayı daha çok önemsediler; sonuçta da genel atmosferde yabancı bir unsur gibi kaldılar. Hemen arkalarında kadınların çadırları vardı örneğin, az ötede sendikalar, biraz ileride Nikâh Salonu’nun orada Halkevciler, vb. vb… Parkın dar yapısı birçok insanı dip dibe getirmiş haldeydi. Birine çarpmadan yürümek bile zordu parkın içinde ve bu iyi bir şeydi. Ayrıca, sanıldığı gibi ırkçı-ulusalcı TGB parkta öyle matah bir etkiye sahip değildi. Çok daha aşağılarda bir yerlerde kendi tekkelerini kurmuşlardı ve aslında parkın geneli bakımından sevilen bir topluluk da değildi. Kadınlar, sosyalistler, LGBTİ+ grupları, anarşistler, Müslümanlar… Hiçbiri günahı kadar sevmedi o garip topluluğu. Süreç boyunca parka gelip giden yüz binlerce kişi, onların kuru ajitasyonundan çok özgür kitaplıkları, komünal kurumları benimsedi. Zaman zaman elinde Türk bayrağı taşıyan herkes onlardan sanıldıysa da gerçek bu değildi; onların çoğu CHP tabanından gelen, bayrağı kendince “Tayyip’e karşı” bir tür protesto simgesi olarak taşıyanlardı. Parkın ve alanın acayip renkliliği içinde bin türlü insan kaynaşıyordu o günlerde; fakat Kürtler özellikle zaman zaman yaşanan ırkçı laf atmaların da etkisiyle değişik topluluklara fazlasıyla kaygılı davrandılar.
Sonuçta bu bir imkândı. Fakat bana sorarsanız, o zaman da haddim olmayarak yazmıştım, parkta konuşlandırılacak topluluk iyi seçilmemişti. Gençlik, başlangıç aşamasında ve güvenlik durumları için gerekliydi evet ama Kürt siyasi hareketi, park için, bünyesindeki sosyal kurumları (Kadın Hareketi, Barış Anneleri, kültür kurumları, vb. gibi) daha fazla tercih etmeli ve MKM gibi avantajları öne çıkararak daha fazla dışa dönük sosyal/kültürel etkinlik planlaması yapmalıydı. Benim bildiğim kadarıyla bir defa Nazan Üstündağ hocanın katıldığı bir panel/seminer türü etkinlik yapıldı; çok daha fazlası yapılabilirdi. Ayrıca, tiyatro, müzik, elde ne varsa oraya akıtılmalıydı. Sonuçta şenlikli bir yerdi Gezi ve Kürtler kendi etkinlikleriyle çok daha iyi bir yer tutabilirlerdi eylem içinde.
“Halay rekoru” dediğimse, hiç öyle abartma değil. Bire bir tanık olduğum şöyle bir manzarayı düşünün örneğin: Hava-İş Sendikası, parkın içinde bildiri dağıtım ve ajitasyon yürüyüşü yapıyor. (Bu tür şeyler çok sık olurdu parkta) Geçtikleri her yerde alkış kıyamet, destek sloganları atılıyor. BDP köşesine geldiklerinde ise, eh yine bir alkış malkış var ama yüzlerdeki ifade şu: “Ya hadi geçin de halaya devam edelim!”
İşte tam anlatmak istediğim şey bu. Kendine dönük bir katılım.
Güvenik ve tekmeler
Üstelik bu tarz, güvenlik açısından da sıkıntılıydı. Gençlik ağırlıklı bir konumlanma, çevreden gelişen provokasyonlara çok hızla kapılma riskini de doğuruyordu. Ateşli olmalarıyla nam salmış mahalle gençlerini tutmak pek kolay olmuyordu. Kendi kulaklarımla da duyduğum cinsiyetçi küfürlere dayanmak çok zordu, evet, biliyorum ama iti-kopuğu, sarhoşu, ırkçısının her sataşmasında hengâme çıkması da parkın güvenliği açısından iyi değildi. Yakınlarda olmamdan ötürü defalarca araya girip, defalarca hırpalandığım oldu; sabahları gazeteye morarmış baldırlarımla gittiğim de. Yediğim tekmelerin çoğu da Kürtlerden geliyordu üstelik! Sonradan “Gazeteci Abe kusura bakma” dedikleri de oluyordu gerçi; sağlık olsun! Gençtirler, vururlar, özür dilerler, sıkıntı yok. Ama bir ara bu durum saat başı tekrarlanmaya başlamıştı ve aslında riskliydi. Bugün geriye dönerek baktığımda “verilmiş sadakamız varmış” diyorum; gerçekten de çok kötü olaylar olabilir; bütün Gezi’yi sakatlayacak sonuçlar da doğabilirdi.
Sonuç olarak, Gezi, Kürtler açısından daha iyi değerlendirilebilecek bir zemindi. Ancak, başlangıçtaki tereddüde de bağlı olarak, naçizane benim görüşüme göre, bu avantajı iyi değerlendiremediler.
Sonuç yerine
Şimdi, 8’inci yıldayız. Bu topraklarda yaşanmış en heyecan verici deneyimlerden biri olan Gezi Direnişi hayatımızdan geçip gitti. Tarihte hiçbir şey aynen tekrarlanmaz; bunu biliyoruz. Öte yandan bugün ağır baskı koşullarında yaprak kıpırdamıyor gibi görünse de, alttan alta bir öfkenin, bir enerjinin birikmekte olduğunu da biliyoruz. Yarın önümüze ne çıkar, nasıl bir tarih yaşarız, bunu şimdiden kestirmek mümkün değil. Ama bu kez, artık başka bir noktadayız. Önümüzde bir dizi avantaj ve dezavantaj var ve avantajlardan en önemlisi de, dün olup bitenlerden çıkardığımız derslerdir. Ya da öyle olmalı.
Fazlasıyla iyimser bulunabilir ama ben arada yaşadığımız HDP deneyiminden sonra Kürtlerle düzen muhalefetinin (yönetimi değil) tabanı arasındaki ilişkinin bugün daha iyi bir noktada olduğunu düşünüyorum. Yargılar, önyargılar tabii ki sürüyor ama bütün bunların daha çok siyaset merkezlerinden kışkırtıldığını; sokakta yan yana gelen, gelebilecek olan insanların gaz bulutlarının içinde birbirinin elini tutma eğiliminin hâlâ var olduğunu düşünüyorum. Yeter ki, kendi kifayetsizlikleri ve gerici duruşlarına kılıf arayanların zevzekliklerine, dedikodularına prim verilmesin.
Tarih akıyor; ömrümüz uzun. Bu düşüncenin aşırı iyimser olup olmadığını hep birlikte göreceğiz.
Umarım, bir kez daha, Gezi’de ya da başka bir yerde, “Çok şükür, çok şükür! Bugünü de gördüm!” diyebiliriz. Ve bu kez, mümkünse hep birlikte!
-Bu yazı Gazete Karınca’dan alınmıştır