AKP-MHP iktidarının seçimleri kazandığının açıklamasından sonra atılan kimi adımlar dikkat çekicidir. “Türk usulü başkanlık rejimi” adı verilen sistemin “Nass var sana bana ne oluyor” denilerek ısrarla uygulanan faizi düşürme politikası, seçim sonrası yerini faizi yükseltme politikasına bırakmış durumda. Kısaca tam tersi bir ekonomi politikası uygulanıyor. Neden böyle olduğuna dair bir açıklama yapılmadığı gibi, bizzat Erdoğan tarafından dolandırıcı olarak tanımlanan Mehmet Şimşek, seçim öncesi uygulan ekonomi politikalarını akıl ve mantık dışı ilan ediyor!
Benzer biçimde yeni İçişleri Bakanı atandıktan sonra “hukuk devleti”ne dönüş olduğu ilan ediliyor. Üstelik Cumartesi Anneleri/İnsanları’na yönelik kendi mahkemelerinin kararlarına rağmen yasak ve gözaltı saldırısı sürerken bu yapılıyor. “Memlekette kanun var kardeşim” denilerek, bazı mafya figürlerine el ense çekip asfalt öptürülerek gerçekleştirilen görüntülerle “devlet benim” deniliyor. Gerçekte iktidar ortağı MHP liderinin özel aflarla çıkardığı mafyatik kişiliklerle verdiği fotoğraf kareleri orta yerde dururken, devletin mafyayla hesaplaştığı, “hukuk devleti”ne döndüğü propaganda ediliyor.
Üstelik bunlar, Susurluk Davası’nda yargılananların beraat ettiği koşullarda yapılıyor. Ki Susurluk Kazası bu topraklarda devlet, mafya, kontrgerillanın en net fotoğrafının çekildiği, ülkücü denilen faşist katillerin nasıl da korunduğunu gösteren bir gelişmeydi. Benzer şekilde aynı günlerde Sivas katliamı davası da zamanaşımından düşürüldü. Ki bu saldırı da, devletin doğrudan kontrgerilla aracılığıyla örgütlediği bir katliamdı.
Bir yandan güya hukuk devletine dönülürken diğer yandan geçmişin katliamlarının üzeri yargı yoluyla örtülüyor! Başkanlık rejimi denilen sistem kendi resmi tarihini yeniden yazıyor. “Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyen anlayış, gerçeklere karşı kendi gerçeğini dayatıyor. Bu gerçeğin resmi yalanlar üzerinden inşa edilmeye ve hemen her alanda yeniden yazılmaya çalışıldığı bir süreçten geçiyoruz.
Örneğin CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun Türk Silahlı Kuvvetleri’nin işlediği insanlık suçlarına dair yargı kararlarını hatırlatması, iktidarından muhalefetine büyük bir infial yaratıyor. Apaçık gerçekler, işlenen suçlar yok sayılıyor. Devletin Kürt ulusuna yönelik gerçekleştirdiği faşist terör ve toplu katliamlar, işkenceler “olsa bile” denilerek meşru ilan ediliyor. Bir dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in resmi açıklamalarını da geride bırakan yalanlar üretiliyor. Kürt köylerinin uçaklarla bombalandığı gerçeği, köylülerin devleti zor durumda bırakmak için kendi kendini bombaladığı ve kendi kendini öldürdükleri savunmasına kadar gidiyor.
Böyle bir tarih yazılıyor! Resmi tarih kendine İslamcı diyen iktidarın elinde yeniden güncelleniyor.
Benzer bir durum ölümünden neredeyse yarım asır sonra Yılmaz Güney için yapılıyor. Coğrafyamızda sinema denilince ilk akla gelen ve sadece sinemacı kimliğiyle değil sınıf mücadelesi içinde ezilenlerden yana tavrıyla devrimci kimliğiyle bilinen ve sevilen Yılmaz Güney’e yönelik başlatılan kampanyayla gerçekleştiriliyor.
Yılmaz Güney’e yönelik başta kadına şiddet olmak üzere bir dizi eleştiri altında bilgiler ortaya saçılıyor. Kimi doğru bilgiler yalanlarla karıştırılarak Güney şahsında onun devrimci kimliğine saldırılıyor. Güney’in bizzat kendisinin eleştirdiği ve devrimci temelde aşmak için çabaladığı hataları, eksiklikleri kendisine sanatçı diyenler tarafından “mahkum” ediliyor. Halkın sanatçısı olmanın halkın savaşçısı olmaktan geçtiği bilincinin kıyısında bile durmayanlar ahkam kesiyor, racon koyuyor.
Kadına şiddet meselesinde bu kadar “duyarlı” olanların iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına karşı tek bir kelam etmedikleri, her gün katledilen kadınlar karşısında, bu haberlerin iktidarı yıpratmak için uydurulduğu yalanıyla savunma yaptıkları ve dahası iktidarın kadın örgütlerine yönelik saldırılarını destekledikleri bilindiği halde bu yapılıyor.
Güney’e yönelik bu saldırı kampanyasının doğrudan iktidar destekli olduğu, iktidara yakın kimi “gasteci”lerin yazılarında ve sanal medya trollerinin paylaşımında kendini ele veriyor. İktidar, Güney’e saldırırken asıl hedefinin onun devrimci kimliği olduğu, zalimin zulmü karşısında mazlumun yanında saf tutması olduğu görülüyor.
Dünün mazlumları olduklarını söyleyenler bugün iktidar olduklarında resmi tarihi kendileri açısından yeniden yazmaya çalışıyorlar. Öyle bir resmi tarih ki daha dün yaşadığımız Gezi’yi bile Milli Eğitim Bakanlığı, 12. sınıf dersleri arasında yer alan Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi dersinin kitabında, “Çok sayıda proje ile ülkenin birlik ve bütünlüğüne karşı yapılmış eylemler” olarak tanımlanmaya çalışılıyor. Proje denilen malum: Betondan Topçu Kışlası!
Tarih tekerrür ediyor. Resmi tarih geçmişte katliamlar ve acılar üzerinden yazılan bir komediyse, günümüzde yazılmaya çalışan resmi tarih güldürü bile olamıyor.