Yine bir hak gaspı sonucunda direnişe geçtiğimiz bir şantiyenin önündeyiz. Önünde olduğumuz inşaat hiç size yabancı gelmeyecektir. Öyle olur olmaz yerlere bina dikmeye çalışan, sanki yeryüzünde her şey ona aitmiş gibi davranan, ondan başka hiç kimse yokmuş gibi hareket eden, hiç olmadık yerleri proje alanına çeviren, neredeyse her il ve ilçelerimizde 1.2.3. etap diye inşası devam eden bir kurumdan bahsediyoruz…
Projeleriyle çok övünürler. “Doğa ile iç içe deniz manzarası şehir ayaklar altında. Hem yeni evinizin yarısı bizden. Hem taşınması ve kira masrafları bizden.” Anlatım o kadar güzel ki cennetin bahçesi gibi. Verilen tarihlere yetiştirmek için üretim baskısı, psikolojik şiddete dönüşen cennetin bahçesiymiş gibi anlatılan TOKİ. İşçiler için mezara dönüşen ev sahipleri için cehenneme dönüşen kurum. TOKİ sizi de ev sahibi yapacağım diyerek bankalara bir ömür borçlu bıraktı.
Bir siyasi parti acaba soru önergesi verse ve dese ki “bugüne kadar yaptığınız 179 bin konutun dönüşümünde, 45 ilde 108 proje yürütüyorsunuz. Yaklaşık 73 bin fazla konutun plan, proje ve inşa süreci de devam ediyor. Deprem bölgesinde ise 563 bin 586 konut inşa edileceğinden bahsediliyor. Ve sadece yaptığınız, teslim ettiğiniz konutlarda kaç bin insan sakat kaldı ya da öldü. Kaç bin insanın ihbar ve kıdem tazminatı gasp edildi ya da hiç ödenmedi veya ne kadar ödendi.”
Dedik ya, zaten şu anda bir TOKİ inşaatının önündeyiz. Yine yıllardır TOKİ inşaatlarında çalışan ihbar ve kıdem tazminatının ne olduğunu bilmeyen birkaç işçi arkadaşla birlikte 2,5 aydır ödenmeyen maaşları ve tazminatları için direnişe geçtik. Aralarında üniversite öğrencisi de olanlar var. 60 yaşında emekli olmuş, geçinemediği için gurbete çıkanlar da. Aklıma direkt bu yaşa kadar çalışan bir işçi kıdem tazminatını hiç mi almamış sorusu geldi çünkü pek bilgi sahibi bile değillerdi…
Eylem yapmaya yabancı oldukları her halleriyle belliydi. Zaten karşılarına dikilen yüzlerce çevik kuvvet polisini görünce korkmuşlardı. “Alt tarafı ödenmeyen paramızı istemeye gelmiştik” diye isyan eden bakışları gözlerinden okunuyordu.
Bu atmosferin kırılması, normale dönüşmesi için sohbet etmeye, olağanlaştırmaya çalışıyorduk.
Hemen yaşça büyük olan gözünde gözlüğü, kafasında beresi olan hafif kambur olan amcaya “Amca bu yaşta seni gurbete çıkartan, bu ağır koşullarda çalıştırmaya mecbur bırakan neden nedir” diye sorduk. Amcanın cevabı hazırmış gibi “emeklilik maaşı yetmiyor” dedi.
Amca konuşmaya devam etti: “4 çocuğum vardı, hepsini büyütmüştüm. Çocuk yapın çağrısıyla kalktık bir çocuk daha yaptık. Şimdi onun da çilesini yaşıyorum. Kim bakacak ki, devam eden okulu var, askerliği var, düğünü var saymakla bitmiyor sorunlar. Zaten emekli maaşı ne gelen faturaları ne de ev kirasını karşılıyor. Günlük yiyecek içeceğimize bile yetmiyor” derken amca, araya bir üniversite öğrencisi genç bir arkadaş girdi. Üniversite öğrencisi amcaya, “Amca reisimiz çocuk istediğinde nasıl büyütüp bakacağınıza dair hiç görüş paylaşmadı mı?” diye sordu. Amca sakalının altında hafif gülerek mahcup mahcup başını biraz eğerek, “Ben bir öğlen namazını kılıp geleyim” diyerek aramızdan ayrıldı. Sohbetimiz başka arkadaşlarla devam etti.
Biri de çıkıp “Dünya mı tersine döndü yoksa hep böyle miydi? Yıllardır küfür ettiğimiz, düşman gözüyle baktığımız, bunlar komünist, devrimci, Kürt diyerek yanına bile varmadığımız insanlar. Bugün hep karşılarında durduğumuz insanlar şu anda yanımızda, bizimle birlikte hakkımızı savunuyor. Çocukluğumuzda hepimiz hayal ediyorduk polis olacağız diye. Polisler de karşımızda gözaltı yapmak için duruyor. Bu işte bir terslik yoksa, biz bu yaşa kadar nasıl yaşamışız” diye herkese seslendi.
Yanımıza yaklaşan gazetecileri gören arkadaşlar birbirini uyararak gazetecileri işaret ettiler.
İçlerinde heybetli duruşuyla, yüksek bir sesle “Zaman susma zamanı değil, konuşma zamanıdır. Onların aracılığıyla sesimizi yükseltelim, derdimizi anlatalım, bizim için gelmişler” diyerek isyanını belirtti.
Herkes birbirine bakarak ürkek bir ceylan gibi ya dosya açılır, sicilimize işlenirse burada yaptıklarımız ve konuştuklarımız yarın öbür gün karşımıza çıkarsa ne olacak? Ne olacaksa olsun. Biz buraya alın terimizi vermiş olduğumuz emeğin karşılığını istiyoruz, maaşlarımızı istiyoruz. Kargaşaya dönüşen tartışma uğultuya dönüştü…
Not: İki gün boyunca inşaat önünde direnen işçiler tüm haklarını alarak kazandı.
İşçilerin sorunlarına cevap olma düzeyimiz, sorunları ele alma yöntemlerimiz zenginleştikçe direnişimiz gün geçtikçe inşaatlarda, tekstillerde, fabrikalarda yayılıyor. Yayılan direniş adım adım olgunlaşıyor. Bu tarz bir tutumun zamanla 15-16 Haziran direnişine dönüştüreceğine inanıyorum.
İşyerlerinde yakılan çoban ateşlerini Newroz ateşine dönüştürme yollarını aramak çok da zor olmasa gerek. Hep söylediğimiz ama yapamadığımız ve slogandan öteye gitmediğimiz dillere destan olan “Birleşe birleşe kazanacağız” sloganının pratiğini gerçekleştirdiğimizde bu işi başaracağımıza inanıyorum.
Zaten yılların direnişi, Newroz’u, 1 Mayıs’ı, 8 Mart’ı devrimin motor gücü haline getirmiş durumda. 3 önemli büyük karakter haline gelen direnişin dinamiklerini birleştirebilirsek devrim kaçınılmaz olacaktır.