Bu kaybetmeler bizi nereye götürüyor; tek soru ve ölene kadar peşimizden geliyor. Sanki bir mermi yerleştiği silahtan firar etmiş gibi, bir soru tüm cevapları kalbinden ve hayalinden vurmuş gibi. Geleceği nerede kaldıysa alıp anın içine gömmek misali. Kaybetmek bizi nerede bırakacak?
Bağrı yanık değil, tümden yanmış bir insan evladının gideceği, göreceği, kalacağı ve kanıksayacağı yeri artık merak etmiyorum. Oradayız bu saatten sonra, bunca yenilginin ertesinde. Geçmişten bahsetsek, geçtiğimiz yerlerin yerinde başkasını görüyoruz. Bize yabancı, bizden kaçmış, bizi bize terk etmiş. Sonrasını düşünmeye gecikmiş bir şeylerin ertesinde yakalıyoruz kendimizi. Diyoruz; bu kadardık, buraya yetişecek kadardık zaten de bu uzatmalar kimin ya da neyin mecburiyetiydi?
Sorulardan bıkmadığımız için, soruları sorun ettiğimiz ve cevapları inkâr ve imha ettiğimiz için kaldık böyle bir yerde, yarattık burayı bir de. Cehennemi hayal etme zamanı geçti, cenneti kaybetme kaygısı bitti, özgürdür herkes çünkü her şey ve herkes burada. Biz bize kaldık yarattığımız gerçeklerin ve hayallerin kıskacında. Nereye dönsek kendimiz ve dünyamız, nereden başlasak aynı zaman ve mekân.
Nihayetinde insan kaybettiğinin dermanını kendinde saklıyor, fethetmek istediğini kendi içinde yaşıyor. İşte bu yüzden bir soru daha: Böyle yaşamak daha ne kadar ve nereye yeter? İnsan böyledir zaten; matematik ve muhasebe onu bir yerinden yakalar; böler, çarpar, toplatır ve en nihayetinde eksiltir.
Serseri bir zamanda yaşıyoruz. Bu yüzden yersiz ve yurtsuz bir dünyayı peydahladık. Adımız, namımız, şanımız ve yaşadıklarımız bir araya gelmiyor, aslında gelemiyor. Paramparça ettiğimiz dünyamız bu dünyayı noksan sanıyor, öyle de yaşıyor. Kabahat ararsak, kendimiz dışında herkese ve her şeye musallat oluyoruz. Orta dünya değil bu, dengesini savuran bir şımarıklık.
Hayta gönül, serseri arzu, serzeniş dolu geçmiş, birikmiş öfke, bitmiş hevesler, hadım edilmiş yarınlar, haddini umursamayan gülmeler. Çoğaltılabilir bunlar, hepsine yabancılığımız ayyuka çıktı ne de olsa, hepsinde yaşıyoruz ne de olsa. Bitmek bilmez tökezlemeler, yetmeyen metamorfozlar, yetişmeyen isyanlar. Gelip vardığımız bu yerde bir utanç lazım. Nereden gelirse, kimde yakalarsa da lazım. Kurtulmak isteyene tek merasim; utan ve utandığınla yaşamayı öğren, bu aynı zamanda bir miras. Kalan ve yitirilenin anısına, kaldığın yerden devam.
Haysiyet bir gül gibidir, alışır toprağa ve suya, bir de dikenlerine. İnsan mübalağa ustası, kendini azad sanır, gerçekle yüzleştiğinde ise hayal kaybından ölür. Davrandığı yaşamak, onu kendi içine gömen bir hayat. Gelsin davranmak, gitsin kırılan aysberg. Dünya bu, yaşayana nefes verir, sonra bir kasırga ile yaşanmamış saydırır.
Düşlere dala dala sersemlemiş gerçeklerin yol haritasında telef oluyoruz. Her güne bir aşk ve isyan umudu lazımdı, öyle baktık hayata. Olmadı, her geceye bir korku ve kaygı sızdı, sonra sızlana sızlana uyumayı yorgunluğa yorduk. Zaten insan öfkeyi yoğurmak yerine bir şeylere yordu durmadan. Sonra da hepten yoruldu.
Biz baharı beklerken çöllerde kendini kaybeden, biz kıştan çıkmak isterken çamurlarda debelenen. Yine de yarınlarımızı getirecek bahanelerimiz var. Kabahatlerimiz önden yürümese, özgürlüğün aramakla değil, yaşamakla alakasını göreceğiz. Dünya belki başka bir isimle, özgür bir şekilde dönmeye devam eder, etsin.
Haftanın kitap önerisi: Monica Helfer, Yük / Çeviren: Levent Yayla, Düşbaz Yayınları