2 Temmuz 1993’te Alevilere karşı işlenen insanlık suçlarına bir yenisi daha eklenmişti. Binlerce cani tarafından kuşatılan Sivas Madımak Oteli’nde canlı yayınla, tüm insanlığın gözü önünde savunmasız insanlarımız diri diri yakılarak katledildi. Evet, Alevi tarihi sayısız katliamlarla doluydu ve faili kesinlikle belliydi fakat hiç değilse bu çağda kimse bu kadar ileri gidilebileceğini sanmıyor; aydın, sanatçı ve çocukların da aralarında olduğu insanlarımızın bu şekilde tüm dünyanın gözleri önünde yakılarak katledilebileceğini beklemiyor, devletin her şeye rağmen müdahale ederek o insanlarımızın hayatını kurtaracağını düşünüyordu.
Fakat bu beklenti sadece canilerin işlerini kolaylaştırdı. Zira gözü dönmüş üç, beş caninin ve galeyana gelmiş lanetli sürülerin kendi başına gerçekleştirdiği bir fiil değildi bu. İttihatçı-tekçi vahşet dünden bugüne sayısız insanlık suçuna imza atmıştı, sabıkalıydı. Demokratik değil, tek tipçi bir cumhuriyetti öngörülen ve bu toprakların kadim halklarına yaşam hakkı yoktu. Sonrası yüz yıldır hep birlikte yaşanılan, şahit olunan travmalardı.
Gerek Alevilere gerekse yaşam hakkı tanınmayan diğer halklara karşı gerçekleştirilen tüm insanlık suçlarında olduğu gibi bilinçli, planlı ve organize biçimde gerçekleştirilen bu katliam da karanlıkta bırakıldı. Açılan davalar yılan hikâyesine çevrildi, failler ya hiç açığa çıkarılmadı, ya tahliye edilerek yurt dışına kaçırıldı, ya da göstermelik cezalar verildi. Birçoğuysa makam ve mevkilerle ödüllendirildi. Bu fiil insanlık suçu olarak kabul edilmedi ve zaman aşımıyla gerekçelendirilerek kapatıldı.
Sivas-Madımak katliamı yaşanmış, dönemin en yetkili ismi Başbakan Çiller “Çok şükür otel dışında ki halkımız bir zarar görmemiştir” demiş, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ise “Yetkim yoktu” demişti. Bu vahşetin hemen sonrasında yapılan bu açıklamalar devletin meseleye yaklaşımını gösteriyor, faili de açık ediyordu. Dolayısıyla bu “zaman aşımı” kararları hiç de şaşırtıcı olmamıştır.
Sivas-Madımak ve benzeri katliamların zemin ve zihniyetini bilmek ve unutmamak doğru duruş kazanmak, benzer trajedileri yeniden yaşamamak açısından önemlidir. Şu resmi görmek, unutmamak zorundayız:
Resmi ideoloji “Türk-İslam sentezi” olarak formüle edilmiş; cumhuriyetin yönetim biçimi, tüm politika ve filleri bu zihniyet üzerine temellendirilmiştir. Oysa bu ideoloji ne Türk’e ne de halk İslam’ına ait değildir. İttihatçı-tekçi zihniyetin oluşumu ve bu iktidar kliğinin fiillerinde, dönemin Alman İmparatorluğu ve emperyalist politikalarının Anadolu’ya, Osmanlı sermayedarları ve elitlerine biçtiği stratejik rolün doğrudan etkisi vardır. Anadolu’ya, Alman emperyalizminin Ortadoğu ve Asya’ya açılımında bir basamak rolü biçilmişti ve bu politika halen güncelliğini korumaktadır. İlk önce Türklüğün doğasına saldırılmış, tarihsel-toplumsal hakikatinden koparılmış, siyasal İslam’la sentezlenerek ideolojik bir araç olarak yeniden kurgulanmıştır. Bu siyaset biçimiyle gerçekte Türklük de Sünni İslam da ipotek altına alınmış, sosyal-kültürel-iktisadi gelişmesine, özgürleşmesine ket vurulmuş, edilgenleştirilerek tahakküme açık duruma düşürülmüş, böylece hem Türkiye hakim sınıflarının toplumsal tabanını oluşturmak, hem içte azami tahakküm ve sömürünün, dışta ise yayılmacı politikaların enstrümanı durumuna indirgenmek istenmiş, başarı da kaydedilmiştir. Sonuç ise gerek Sünni Müslüman Türk için, gerekse ötekileştirilerek hedefe konulanlar için felaket olmuştur.
Evet, Türkiye hakim sınıfları, elit ve muktedirleri tek tipçi politikalarla iktidar olmuş, bu toprakların tahakküm odağı ve emperyalizmin işbirlikçileri olarak alabildiğine zenginleşmiş, on milyonların cefası üzerinden sefa sürmüş, sürmektedirler. Oysa ötekileştirilerek hedefe konulanları bir kenara bıraksak bile, kendini bizzat Sünni Müslüman Türk kimliğiyle tanımlayan milyonlarca vatandaş açlık sınırının altındaki sefalet ücretlerine mahkûm edilmiş, iş ve kadın cinayetlerine kurban edilmiş, sağlık, eğitim, ulaşım, beslenme, barınma, iş ve iş güvencesi, demokratik haklar, sağlıklı ekosistemde yaşama vb. haklardan alabildiğine yoksun kılınmıştır. Demek ki tek tipçi politikalara biat etmekte çözüm olmayacaktır. Çünkü muktedirlerin, hakim sınıfların asıl meselesi Türklük ya da Sünni İslam değildir. Her iki olguyu da kendilerini, tahakkümlerini var edecekleri enstrümanlar olarak değerlendirmektedirler. O halde rızalaşarak özgürleşme, eşitleşme her inançtan, her etnisiteden tüm halklarımızın sorunudur.
Sivas-Madımak davası da kısa vurgularla izah etmeye çalıştığımız nedenlerden dolayı aydınlatılmayacak, failler kendilerini deşifre etmeyecek, birkaç piyona sembolik cezalar uygulansa da kararı alan, uygulayan gerçek failler asla ifşa edilmeyecek, yargılanmayacaktır. Katliamı gerçekleştiren, davayı rehavet ve özgüvenle yürütüp zaman aşımına uğratan faillerin aynı olduğu açıktır.
Resmi ideoloji ve her renge bürünmüş parti ve akımlarıyla aramıza kesin mesafe koymak, tarihsel-toplumsal gerçekliğimizle buluşmak, özgün, sürece ve ihtiyaçlarımıza cevap olabilecek örgütlülük biçim ve düzeyiyle, iradi bir bileşen olarak demokratik mücadelede ki yerimizi almak demokratik cumhuriyete giden yolu açacak, Madımak ve diğer katliamlara da cevap olacaktır.
Sivas şehitlerimizin şahsında tüm şehitlerimizin huzurunda dara duruyorum.
Aşk ile…