Kürt halkının yürütmüş olduğu dil, kültür, kimlik ve özgür bir toplum olabilme mücadelesi içerisinde kullandığı kavramlar ve o kavramlara yüklediği anlamlar çok önemli.
Kavramların insanların düşünceleri üzerindeki etkisini ve onların duygularını harekete geçirme, irade ve edimlerini belirleme konusundaki güçlerini unutmamak lazım.
Yani kavramlar insanları sokaklara dökebilir ya da pasif bir şekilde evinde oturmasına, tepkilerini içinde öğütmesine de neden olabilir.
Bu yüzden gelişi güzel söz kurmamak, hele hele mesele bir halkın varlık yokluk mücadelesi olduğunda söylenilen sözlerde kılı kırk yarmak gerekir. Bu temelde sıkça yanlış kullanıldığını düşündüğüm kimi değerlendirme biçimlerini dikkate sunmayı önemli görüyorum.
Tecridin kalkması mı özgürlüğün sağlanması mı?
24 yıldır İmralı Ada Hapishanesi’nde derdest edilen sayın Abdullah Öcalan’a karşı son 30 aydır mutlak bir tecrit ve izolasyon politikası uygulanıyor. Haliyle Kürt halkının ve dostlarının birincil gündemi bu tecridin kırılması oluyor.
Tecridi kat be kat aşan son uygulamalara dikkat çekilirken ailenin ve avukatların sayın Öcalan ile görüş yapmasına sıkça vurgu yapılıyor. Elbette ki bu husus çok önemli ancak odak noktasına aile ve avukat görüşü alındığında tutsaklık kabul edilmiş ve fiziki özgürlük talebi askıda bırakılmış oluyor. Mücadelenin esasını aile ve avukat görüşünün sağlanmasına oturtmak Kürt halkının omuzlarına yüklenen esas ve tarihi sorumluluk olan özgürlük istemini görünmez kılmış olur.
Olayın esası aile ve avukat görüşü değil. Bir mahpusun kimi haklarından faydalanması hiç değil. Bu yüzden Orta Doğu’da toplumsal barışın sağlanması için büyük bir şans olan sayın Öcalan’ın özgürlüğünü istemek ve savunmak ahlaki, insani ve devrimci bir görev olmakla birlikte meşru bir haktır. Onurlu bir barışı savunmak, barışın mimarlarını savunmaktan geçer. Kim ki Kurdistan ve Türkiye’de barışı savunuyorsa bu isteme dört elle sarılmak zorundadır.
Barış için görüşmek suç mu değil mi?
“Çözüm süreci”nin Erdoğan tarafından bitirilmesinden sonra sayın Öcalan ve PKK’li yöneticilerle toplumsal barışın sağlanması amacıyla yapılan görüşmeler “suç” sayılmaya başlandı. Özellikle kamuoyunda “Kobanê Davası” olarak bilinen davada yapılan bu görüşmelerden dolayı savcılar tarafından yöneltilen suçlamalar mevcut. Hal böyle olunca ilk etapta çok mantıklı gibi görünen ama esasta görüşmeleri suç olarak kabul eden şu açıklamalar sıklıkla yapılmakta: “Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın talimatı üzerine bu görüşmeleri yaptık. Görüşmeler devletin bilgisi dahilinde yapıldı. Bizi yargılıyorsanız bizi gönderenleri de yargılayın.”
Yukarıdaki cümlelerde barışı sağlamak için muhataplarla yapılan görüşmeleri dolaylı olarak suç kabul etme var. Bunun yerine, “Son kırk yıldır yapılan en doğru şey savaşın son bulması ve onurlu barışın sağlanabilmesi için diyalog ve müzakere sürecinin başlatılmış olmasıydı. İktidarın aldığı bu karar doğru ve yerinde bir karardı. Muhataplarla barış görüşmeleri yapmak asla ve kat’a suç sayılamaz. Bizi İmralı ve Kandil’e gittiğimiz için suçlayanlar, savaşın sürmesini isteyenlerdir” denilebilir. “Yaptığımız görüşmeler suçsa bizi gönderenler de suçludur” mealindeki yaklaşımlar CHP’nin ifade biçimleridir ve süratle uzak durulmalıdır.
Siyasi rehine derken ne kastediyoruz?
Özellikle 14 Nisan 2009 yılında yapılan “KCK Operasyon”undan sonra “Siyasi rehineler” kavramı yoğunca kullanılmaya başlandı. Bu kavram ile siyasi partide yer alanlar kastedilmektedir. Bu kavram kendi içinde sorunlu ve hakikati parçalamaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Toplumsal sorunların çözümüne dair yapılmış her edim siyasidir. Siyaset sadece Ankara’da mecliste yapılmamaktadır.
Siyasetin mekânsal bir olgu olmadığı gerçeğini göz önüne aldığımızda Kürt halkının özgürlük mücadelesi boyunca derdest edilmiş ve fiziki özgürlüğünden mahrum bırakılmış her kişiye siyasi rehine demek daha doğrudur. Son tahlilde hapishanelerde “Siyasi Koğuş” derken akla sadece HDP’liler değil özgürlük uğruna mücadele eden herkes gelmektedir.
Birakujî mi ihanet mi?
Bu kavramın çıkarları gereği daha fazla KDP’liler tarafından kullanıldığı unutulmamalı. KDP bilinçli bir biçimde bu kavramın kullanılmasını sağlayarak hakikati çarpıtmaktadır. KDP’nin içinde bulunduğu durumu ifade eden esas kavram birakujî değil, ihanettir. İhanet denince akla doğrudan KDP, birakujî denince ve bu temelde çağrılar yapılınca akla iki Kürt örgütü gelmektedir. Bu da KDP’nin ihanetini gölgelemektedir ve yaşanan gerilimlerden iki tarafı sorumlu tutmak anlamına gelmektedir.
Bu yüzden KDP’nin Kürt hareketlerine karşıt tutumunu birakujî olarak adlandırmamak gerekir. Ortada birakujî değil, ihanet var. Çünkü yaşanan gerilim iki Kürt örgütü arasında değil, Kürt halkının özgürlük mücadelesini tasfiye etmek için her türlü ihaneti yapanlar ve Kürt halkının kimliği, dili ve kültürü için kendini adayanlar arasındadır.
Sözü doğru kurmak başlığı altında örneklendirmeleri çoğaltmak mümkün. Amaç anlaşıldığına göre önem arz eden şey kavramları doğru kullanmaktır. Zira kavramları doğru kullanmadan yaşanan yakıcı sorunlara karşı etkili mücadele edilmesi ve yeni bir düşüncenin inşa edilmesi imkânsızdır. İşin aslı özgürlük mücadelesi içerisinde kullanılan kavramlar davranışlarımızı önemli ölçüde belirliyor.
Unutmamak gerekir ki, kavramlar, düşünme ve harekete geçme eyleminin vazgeçilmez unsurlarıdır. Söz doğru yerden kurulmadığında doğru hareket de açığa çıkmıyor.