12 Eylül darbesinin 43’üncü yılında, 1993 Sivas katliamı dava dosyası ‘zamanaşımına’ uğradı. AKP iktidarının ilk gününden itibaren çıkarılmakta olan tahliye kararları, af ve ‘delil yetersizliği’ gibi bin bir entrika sonucu zaten tutuklu sanık kalmamıştı. Türkiye tarihinin Ermeni ‘tehciri’, Dersim, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum ve Roboski katliamları gibi bir toplu cinayet vakası daha böylelikle failsiz, cezasız tarihe karışıyor. Katiller ödüllendiriliyor, teşvik ediliyor; katil adaylarına cesaret aşılanıyor. Türkiye, devleti ve milletiyle bölünmez bütünlük içinde döngüsel olarak sürekli kendini tekrarlıyor.
Aynı günlerde, CHP yönetimi de kendini tekrar etti ve Kürt illerinden çıkardığı tek milletvekili olan Sezgin Tanrıkulu’nu yarı resmi bir linç güruhunun önüne fırlattı. Operasyon bir televizyon kanalının canlı yayınında Tanrıkulu’nun arkasından atıp tutarak gerçekleşti. Ardından, telefonla yayına bağlanıp suçlamaları yanıtlayan Tanrıkulu’na karşı linç kampanyasının düğmesine CHP’li ‘gazeteci’ Şaban Sevinç’in şu sözleriyle basıldı: “Utanç verici! Hiçbir CHP’li TSK’ya böyle iftira atmaz, atamaz. Sezgin Tanrıkulu derhal CHP’den ihraç edilmelidir.”
Tanrıkulu, herhangi bir mesnetsiz iddiada bulunmamış, TSK’nın çeşitli insan hakları ihlalleri nedeniyle kurumsal olarak mahkûmiyet aldığı yargı kararlarından bazılarını hatırlatmıştı. Ama Sevinç gibi stüdyodaki diğer medyacılar ve kanaat önderleri, bu kararların art arda telaffuzuna tahammül edemezlerdi. Bir tanesi, “yazıklar olsun” diye hayıflanırken bir diğeri konu alâkasız olmasına rağmen Tanrıkulu’nu PKK’yı lanetlemeye çağıran naralar atıyordu.
Beklendiği üzere olay, televizyon kanalında göründüğüyle kalmadı. Sosyal medya derhal titreyip kendine döndü ve Tanrıkulu toplumun ve devletin hedefine konuldu. CHP yönetimi de koroya katılarak kendi milletvekilini “milletin gözbebeğine” hakaret etmekle suçlayarak adeta yargıyı göreve çağırdı. Jet hızıyla fezleke hazırlandı ve Meclis başkanlığından dava izni çıkarıldı. Böylece Erdoğan’ın topa girme zamanı da gelmiş oluyordu: “Sözde vekil. Terörist müsveddesi. Buna gereken dersi Devlet olarak vereceğiz.”
“Nevrotik hatırlamaz, tekrarlar.” Türkiye siyasetini anlamak isteyen herkesin Sigmund Freud’un bu tespitini akılda tutması gerekiyor. 1982 Anayasa oylamasında bu toplum, yüzde doksanlık ezici bir çoğunlukla, işkencecisine aşkını ilân etmişti. O günlerde Kenan Evren korkusuyla hizaya gelenlere, bugünlerde artık öyle yapmak gerektiği için “12 Eylül mağdurları” numarası yaparken sık sık rastlıyoruz. Dahası, bu kez Tayyip Erdoğan korkusuyla yine bin bir takla atarak her fırsatta ilan-ı aşk ettiklerini görüyoruz. “Gece Bekçisi” filmi, beyazperdeden taşarak kamusal ve sivil hayatta tekrar ve tekrar gösterime giriyor.
21 yıldır her seçimde sokakta rastladığımız iki kişiden biri AKP’ye oy veriyor. Bu millet, tiranlara karşı mücadele etmek değil onun gibi olmak istiyor. İşkencecisine aşık. Mücadele etmeye kalkışanı da siyasal otoriteden önce davranıp kendi elleriyle linç ediyor.
Çok değil, bir-iki yıl zarfında bir Anayasa referandumu daha yapılacak. Bütün göstergeler bunu söylüyor. Bundan kırk yıl sonra kimsenin çocuklarımıza, torunlarımıza “Tayyip Erdoğan mağduru” numarası yapamamasının tek garantisi açık oylama gibi görünüyor. Toplu el kaldırma yöntemiyle yapılarak tek tük el kaldırmayanların isimleri tahtaya yazılırsa daha da iyi ve kolay olacaktır. Açık oy demokrasiye aykırı olurmuş; neresi demokrasiye uygun ki orası düzgün olsun?
İyi pazarlar…