Hayatı boyunca ezilenlerin yanında saf tutan ve bedelini sürgünde, cezaevlerinde ödeyen bir sinema oyuncusu, senarist, yönetmen ve yazar Yılmaz Güney 39. ölüm yıldönümünde çeşitli etkinlikler, gösterimlerle ve sosyal medyada anılıyor… Zaten gündemden de hiç düşmedi.
“Herkes bir gün ölür, kimi toprağa, kimi yüreklere gömülür” denir ya hani, O yüreklere gömüleceğini biliyordu. Çünkü hem sineması hem duruşuyla halkına adanmış bir kimlik oluşturdu.
İnsanları taş duvarlar, demir parmaklıklar arasında terbiye etmeyi, onların düşüncelerini önlemeyi düşünen anlayışı boşa çıkarmış, içerde de sürgünde de üretmesini bilmişti. Çünkü O; “Asıl hapishane insanın kafasında yarattığı hapishanedir. Hayatı sınırlayan hapishane odur ki, ilk fırsatta yıkılmalıdır. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için” diyordu.
Gerek eserleri, gerek hakkında yazılanlar aradan yıllar geçse de sahiciliğinden hiçbir şey kaybetmedi.
***
O kendini kısaca şöyle tanıtıyordu: “Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. 1937 yılında, Türkiye’de, bir güney şehri olan Adana’nın Yenice köyünde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim” diye anlattığı yaşamı bir destan gibidir. Babası Siverekli, annesi Vartolu bir Kürt olmakla birlikte o kendisini asimile edilmiş bir Kürt olarak tanımlamıştı.
Geçenlerde bu gazetenin yazarlarından Hüseyin Kalkan arkadaşımızın “Yılmaz Güney sineması ve Kürt gerçeği” başlıklı yazısında da konu ettiği gibi Kürt kültürü içinde yetişmesi hem edebiyatına hem de filmlerine yansımıştır. “Halkın sanatçısı” deyimine Onun kadar yakışan sanatçı sayısı azdır.
***
Daha 9 yaşındayken çalışmaya başladı. Pamuk işçiliği çobanlık, simitçilik ve kuryeliğe kadar birçok işte çalıştı. Sanata merakı da erken yaşlardadır. Daha 18 yaşındayken yazdığı “3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle takibata uğradı ve hakkında dava açıldı. Bu süreçler devam etti. Bundan sonra hayatının nasıl bir yön aldığını Yılmaz Güney şöyle ifade ediyor: “Önümdeki tek yol, kendimi hayatın okulunda, hayatın kabul ettiği ve dayattığı öğretmenler aracılığı ile eğitmekti. Öyle yaptım… Kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler… Karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık… Öğretmenlerimden biri zor’dur..”
Gerçekten de ‘zor’dan dersler çıkardı ve zor olan birçok şeyi başardı.
Yılmaz Güney’in belki de çok konuşulmayan yönlerinden biri de Türkiye sinemasının ‘oyuncu sineması’ndan ‘yönetmen sineması’na evrilmesindeki katkıdır.
***
Elbette hiç kimse eleştiriden muaf değildir. Yılmaz Güney’in de bir insan olarak kimi yönlerine, şiddet, silah gibi konulardaki zaaflarına haklı eleştiriler getirmek mümkün. Ancak buradan kalkarak sanatını yok saymaya çalışmak doğru bir yaklaşım olmasa gerek.
Endişe adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe yargıcı Sefa Mutlu’yu tabancayla vurarak öldürmekten tutuklandı. 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Cezaevinde sinemayı elden bırakmadı. Senaryosunu yazdığı “Sürü”, Zeki Ökten tarafından; yurt içi ve yurt dışında büyük ilgi gören “Yol” ise Şerif Gören tarafından filme çekildi. “Yol” filmi daha sonra 1982 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” ödülünü kazandı.
12 yılı cezaevlerinde geçti. 1981 Ekim’inde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı-açık Cezaevi’ne bir daha dönmeyerek geri kalan yaşamını yurt dışında sürdürdü ve birçok değerimiz gibi bu yaşam sürgünde noktalandı.
Emeğine ve anısına saygıyla.