“Kapitalizmin yaşanması imkânsız zamansallıkları, birlikte yaşama ve çalışma koşullarına yılgınlık ve umutsuzluk aşılar. Asgari bir istikrar hissi için zorunlu olan her şey gerek iş gerek ev, topluluk, gerekse de sağlık hizmeti alabilmek olsun, kasten, daima bir kenara atılmanın, küçültülmenin, engellenmenin, imha edilmenin eşiğinde tutulur.
Kapitalizmin sosyopatolojisinin en ölümcül hale geldiği yer burasıdır.”
***
“Kapitalist devlet bir durumdur, insanlar arasındaki belli bir ilişkidir, bir davranış̧ tarzıdır; onu başka ilişkiler akdederek, farklı davranarak yok ederiz.”
Son yazıda internet ortamında türeyen ve tehlikeli denilebilecek bir kullanıcı profili-siyasal ivmeden yani ‘alternatif sağ’ hareketinden bahsetmiş, bu durum üzerinden de internet ve kullanımına dair yoğun itirazları olan, Gözlemcinin Teknikleri, 7/24 ve Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken kitapları ile tanınan sanat tarihi profesörü Jonathan Crary’ın tezlerine değinmiştim.
Bu yazıda da buradan devam edeceğim.
Crary, internetin bir örgütleme ve örgütlenme aracı olarak işe yaramadığını iddia ediyor.
Uzun süredir de bu yönlü makaleler ve kitaplar kaleme alıyor, dijital çağı “küresel kapitalizmin feci bir son aşaması” olarak tarif ediyor.
İnternetin “hiçbir zaman kapitalizm veya savaş karşıtı gündemleri büyütmekte ve sürdürmekte en ufak bir başarı sağlayamadığını” iddia ettikten sonra internetin sistem karşıtı örgütlenmenin ve eylemin geçici olarak ortaya çıkışını bile önleyen bir dizi düzenlemeden ibaret olduğunu da ekliyor. Bunu derken elbette internetin kimlik politikaları başta olmak üzere kısa vadeli, tekil mesele eksenli hareketler yararına çok sayıda alıcıya bilgi aktarma işlevinin olduğunu kabul ediyor, ama hepsi bu kadar!
Crary’ın tezlerini daha çok son kitabı “Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken” üzerinden takip etmek iyi olabilir. Bu kitapta karşımıza çeşitli kavramlaştırmalar göze çarpıyor. Özellikle “internet kompleksi”, “7/24 kapitalizmi”, “yaşam dünyası”, “çevrimdışılık” gibi adlandırmaların dikkate değer olduğunu düşünüyorum.
Crary’ın eleştirilerini ete kemiğe büründürmek için özellikle ‘internet kompleksi’nin tanımına eğilmek gerekiyor.
Peki “İnternet kompleksi” nedir?
Bu kavram aslında tüm tartışmaların odağında yer alıyor. Crary’e göre bu kompleks, bütün tarihsel yeniliğine rağmen, yıllardır işlemekte olan veya kısmen gerçekleştirilmiş̧ olan düzenlemelerin büyütülüp pekiştirilmesinden başka bir şey değildir. Pek yekpare denemeyecek bu kompleks, farklı dönemlerde farklı şekillerde kullanılmış̧ unsurlardan oluşan bir yamalı bohçadır. Mesela 1990’ların ortalarından itibaren bünyesi icabı demokratik, merkezsizleştirici ve hiyerarşi karşıtı, medya erişiminin oyun alanını yerle yeksan edecek, yukarıdan aşağı denetimden azade, serbest fikir mübadelesi için eşi görülmedik bir derman olarak sunulduğu gibi; geleneksel, yerel dayanışmanın fiili ayakta kaldığı ülke veya bölgelerde, köklü̈ bir geçmişi olan toplumsal bağlılık biçimlerini söküp atan yeni bir tekno-sömürgeleştirme haline gelen dert olma tarafı da var.
Özellikle belleği ve hayata ait zamansallıkları devre dışı bırakmak günümüz kapitalizminin kurucu işlevidir. Bu bağlamda, internet kompleksinin esas olayı kapitalizm ile o hesaba gelmez devasa erişim alanından ve küresel ölçekte biriktirme, kaynak çıkarma, dolaşıma sokma, üretme, taşıma ve inşa etme çılgınlığından ayrılamaz hale gelen ilişkide saklıdır. Kapitalizm sayesinde hayatımız artık dijital ağın protokollerindedir.
Kitaptan devam edersek ‘Bütün dünya ahalisine dayatılan internet kompleksi, bu ahalinin çoğu için iptila, yalnızlık, boş umutlar, zulüm, psikoz, borçluluk, ziyan edilmiş̧ hayatlar, aşınmış̧ bellekler ve toplumsal çözülme yaratan amansız bir makinedir… Bu kompleks, güçsüz bırakılmış̧ herkesi ayrı ayrı kimlikler, hizipler ve çıkarlardan meydana gelen bir kafeterya içinde dağıtır ve gerici grup oluşumlarını güçlendirme konusunda bilhassa etkilidir. Ürettiği yalıtılmışlık tikelcilikler, ırkçılıklar ve yeni-faşizmler doğuran bir kuluçka makinesi olur çıkar.’
Kavrama dair çerçeveyi toparlarsak, ‘Eros ve Uygarlık’ta Herbert Marcuse, erken denilebilecek bir dönemde, imdadımıza yetişiyor: “İnsan varoluşunun toplumsal organizasyonunun altında temel libidinal istek ve ihtiyaçlar vardır; kolayca biçim verilebilen bu son derece esnek istek ve ihtiyaçlar tahakkümün çıkarlarına göre şekillendirilir, onlarla eşgüdümlenir ve böylece çoğunluğu yönetici azınlığa bağlayan istikrar sağlayıcı bir kuvvet haline gelirler.” Burada ifade edilen istikrar sağlayıcı kuvvet, adeta kapitalizmin internet ile kurduğu ilişkinin ruhu gibidir. ‘Kitlenin yüceltilmesi daima nüfusun geniş̧ kesimlerinin finansallaştırılmasıyla ilgili bir şeydi, ama yerinin kalabalığın ve üretimin fiziksel mekânından internete kaydırılmasının yeni duygulanımsal sonuçları’ tespitini de ek olarak kenarda tutmak gerekiyor, çünkü bahsedilen duygusal dönüşüm/sonuçlar, yazarın zaten itirazını kurduğu ana eksenlerden.
Crary, böyle bir gerçeklik ve kapital aura içinde ‘Sosyal medyada devrimci özne yoktur’ diyor. Bu iddialı vurguya ‘Kişi bir yaşam tarzı olarak başkalarıyla paylaşma ve işbirliği yapma fikrinden paniğe kapıldığı sürece, isyan etme yetisinden yoksundur, mevcut kurumlara bağımlı kalır’ argümanı ile bakıyor. Adını tam anmasa da sol ve sosyalist dünya için sosyal medyaya o kadar hayati anlam atfetmeyin diyor. Crary birçok örnek veriyor ve kitabın ilk bölümünde özellikle değindiği üzere gençlerin durumuna dikkat çekiyor. Gençliğin kendini deneyimlemesini engelleyen, enerjisini emen çevrimiçi araçlar; dahası, hayal edilen şeylerin nasıl düzenlendiğini anlatmaya girişiyor ve ‘Gençler kendi düşüncelerini sıkıcı veya değersiz bulmaya teşvik ediliyor; şirket platformları da onları kişiliklerinin en yüzeysel yanlarını sergilemeye veya teşhir etmeye yönlendiriyor. Yağmur gibi yağan şiddet, keder verici pornografi, zulüm ve aşağılama imgesi arasında kendiliğindenlik buharlaşıyor’ diyor. Buradaki kriz, bu duruma karşın yaşanan kayıtsızlık olarak tarif ediliyor.
Habermas’ın “yaşam dünyasının sömürgeleştirilmesi” dediği, Simone Weil’in bir topluluğun hayatına gerçekten, aktif ve doğal olarak katılma imkanının kişiden esirgenmesi olarak tarif ettiği ‘köksüzlük’ kavramına paralel bir yerden söz kuran Crary, kapitalizmin bir “dijital köksüzlük” yarattığını ve bu köksüzlük içinde bizim yanılsamalar yaşadığımızı, yaşam dünyamızın çalındığını, hayatımızın alt üst olurken buradan internetin özellikle savaş ve emperyalizm gibi konularda bize yardımcı olmadığını kabul etmemiz gerektiğini söylüyor.
Güncelden gidersek, Sol’un internet, özellikle sosyal medya ile ilişkisini tam olarak nasıl okumak gerek? Bu konuda esaslı bir tartışma, daha doğrusu hesaplaşma/yüzleşme de yapılmıyor. Herkes kendi mecrasında kendi sesini duyuyor. Toplumsal bir ağ, örgütlenme alanı olarak kullanılamadığı bir gerçek.
Peki Crary’ın çözümü ne?
Çözümü “çevrimdışılık”…
Şöyle ki; “Gezegenimizde yaşanabilir, müşterek bir gelecek olacaksa, fişi çekilip 7/24 kapitalizmin dünya-yıkıcı sistem ve operasyonlarıyla bağlantısı koparılmış̧, çevrimdışı bir gelecek olacak.”
Her yerden çevrimiçi olmaya zorlandığımız, günün çoğunluğunu geçirdiğimiz platformlarla baş etmek, dahil olmamak mümkün mü? Crary çevrimdışı olmanın imkansızlığı fikrine karşı gelerek, bunun da bir kapitalizm dayatması olduğunu vurguluyor.
Arendt, Habermas, Agemben, Virilio, Baudrillard ve Debord başta olmak üzere birçok düşünürü referans yapan Crary, alanından aldığı birikim ile gayet ‘radikal’ bir kopuş talep ediyor. Kitap boyunca sert bir tonu hissetmek mümkün ve bana kalırsa çözüm ya da internet kompleksi ile tam olarak baş etme noktasında yeterince çözüm geliştiremiyor kitap. Eleştirilerde cömertlik, önerilerde cimrilik hakim.
Fakat bu internet ile kurduğumuz ilişkinin gittikçe daha sakat hale geldiğini değiştirmiyor. Görüntü eksenli, hıza dayalı, her şeyi uç kısımlarda yaşayan toplulukların devinimlerine iyice sıkışan ve görünürlükler arz eden bir süreç yaşadığımız gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor ve gerçekten devrimci özne yaratılabilir mi sorusunu yeniden sormamız gerekiyor gibi.