Bir “cumhurbaşkanlığı” rejiminde yaşıyoruz. Bu rejimin ritüellerinden biri Erdoğan’ın her 15 günde bir Beştepe’de “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi Toplantısı” sonrasında “Basın Toplantısı” yapması.
Eskiden yürütme organı TBMM’den çıkar, bakanlar ve başbakan milletvekili olarak seçilirler ve hükümet Bakanlar Kurulu, her bakan “millet”e karşı sorumlu olurdu. Şimdi öyle değil, “millet” kendisine bugünkü gibi davranılmasına rıza gösterdi: Bir Cumhurbaşkanı seçiyor ve hepsi o kadar. Geri kalanı o tayin ediyor. Onların işvereni olduğundan bir gece ansızın hepsini görevden alabilir ve kimsenin bir diyeceği olmaz. İşte böyle bir heyete öyle tumturaklı bir ad -Bakanlar Kurulu- gerekmiyor. İtalyanca capannadan gelen, eskiden küçük oda ya da dolap veya dolapların olduğu bir oda demek olan “kabine” nelerine yetmez.
Gerçi, Türkiye’deki rejim “geçiş” halinde olduğundan Erdoğan, hala seçimle gelen bir “Bakanlar Kurulu” varmış da 15 günde bir onlarla toplanıyormuş gibi yapıyor. Toplantı sonunda rutin vaazı için artık formel bir gerekçesi de olduğundan kimi zaman toplantının kendisinden de uzun süren bir “Basın Toplantısı”yla kamuoyunu, devlet kurumları, kamu yayıncıları TRT ve AA ile yandaş medya tarafından sonsuzca çoğaltılarak yenisi gelinceye kadar dolaşımda tutulacak güncellenmiş bir “vaziyet ve manzara-i umimiye” anlatısıyla donatıyor.
“Kabine Toplantısı”nın esasen Cumhurbaşkanlığı rejiminin asıl işleyişini görünmez kılan bir sis perdesi oluşturuyor. “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”nin adları “Bakan” olan sekreterleri politik kararların icrasında bir işgüder sorumluluğu yüklenseler de yürütmenin asıl karar merkezi Beştepe’de üslenmiş olan “Kurullar”. Bakanlar kamuoyu önünde bu kurulların politik kalkanı görevini görüyor. Elbette bu kurulların da ötesinde rejimin çekirdeğini şahsen dolaysız olarak Erdoğan’a bağlı ordu, polis, istihbarat, bürokrasi ve para ve propaganda işlerine bakan Devlet Denetleme Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu, Milli İstihbarat Başkanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Strateji ve Bütçe Başkanlığı ve İletişim Başkanlığı oluşturuyor. Ne var ki, “Kabine Toplantıları”nın bu kurulların işleyişiyle herhangi bir ilgisi olmadığından Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi Toplantısı” sonrası açıklamalarının devletin gerçekten yaptıkları ve düşündükleri konusunda “milleti bilgilendirmek”le bir ilgisi olmadığını anlamak zor değil.
“Kabine Toplantısı” sonrası “Basın açıklamaları”, esasen hakikatlerle değil, rejimin Erdoğan aracılığıyla bir veya bazen birkaç güncel meseleye/konuya odaklanarak kamuoyu oluşturma, toplumsal söylemi denetleme ve şekillendirme ve rejim organlarını topluma zerk edecekleri yanıltıcı bilgiler, mübalağalı söylemler, söylentiler ve nefret diliyle donatmakla ilgili.
Bununla birlikte her 15 günde Erdoğan’ın her gün her yerde en az bir kez çıktığı herhangi bir kürsüde 365 kez anlattıklarını derleyip toplayan, hizalayan ve rejimin söylem imalatının başlıca regülatörü işlevi gören bu “Basın açıklamaları”nın muhalefetçe layıkıyla ele alınıp çözümlendiğini ve değerlendirildiğini ve bu açıklamalarla güdülen stratejinin çelinebildiğini söylemek güç. Hatta tersinin vaki olduğunu söylemek mümkün.
Haberlerin gerisinde kalmama telaşındaki tüm merkez medya organları gibi, irili ufaklı, muhalif, gayri AKP’li, gayri İslamcı, gayri muhafazakâr, sol, demokrat, liberal, eleştirel internet siteleri, sosyal medya hesapları, ajanslar ve yerel medya organları da AA ve TRT kanallarınca hızla yayılan bu açıklamaları üzerinde düşünmek, tartmak, yalanı gerçekten ayıklamak fırsatı bulamadan, en çoğundan kinayeli bir başlıkla ya olduğu gibi ya da kısmen yayına sokmadan edemiyorlar. Böylece, rejim propagandası zaman baskısının çoğaltan etkisiyle tüm medya mecralarına sızarak neredeyse bütün iletişim kanallarını doğrudan doğruya “Beştepe”ye bağlı hale getiriyor.
Elbette, sonradan tüm tiradın birkaç noktasına okkalı birkaç ağır topçu atışı olmuyor değil ama merkezi söylem toplumsal zihne arkadan dolanarak çoktan sirayet etmiş, bu imal edilmiş gerçeklik iklimi -Erdoğan’ın son “Kabine Toplantısı” ardından basın toplantısında kullandığı deyimle- “maalesef […] medya mensuplarımızı ve bunlardan beslenen kesimleri de zehirle[miş]” oluyor.
Son on yıllardaki sayısal artışlara karşın 25 yaş ve üzeri nüfusun ortalama eğitim süresinin 9 yıl dolayında olduğu bir ülkede, toplumsal farkındalık bir nebze artmış da olsa insanların kasıtlı çarpıtmaların, yaygın önyargıları kızıştıran ajitasyonun eşlik ettiği tiradların “zehirli içeriği”ni yutmadan önce ayıklamak için ya yeterli donanımı ya da zamanı yok. Üstelik, fısıltı gazetesinin, kulaktan kulağa dolduruşların çoğu zaman formel iletişim biçimlerinin giremediği her yere ulaştığı bir alemde, söylem tekelinin gücünü küçümsemek siyasal ya da ideolojik mücadelede ahmaklıkla özdeş sayılır.
Öncesi ve sonrasındaki tüm laf salatasından ayıklandığında Erdoğan’ın son kabine toplantısı sonrası “Basın toplantısı”nın merkezi konusunu düşürülemeyen enflasyon ve “hayat pahalılığı”nın sorumluluğunu üzerinden atmak olduğu görülecektir.
Bu anlatıya göre enflasyon onun Erdoğan’ın “ekonomistliğinin” neticesi değil, uluslararası piyasaların otomatik işleyişinin sonucuydu. Hayat pahalılığı ise muhalefetin toplumu “zehirleyan” bir “psikolojik sorun”: “Türk siyasetinin muhalefet cenahındaki kifayetsiz, ama bir o kadar da muhteris iklim maalesef bilim insanlarımızı, medya mensuplarımızı ve bunlardan beslenen kesimleri de zehirl[iyordu].
“Evine, arabasına, malına, hizmetine, ekonomik gerekçelerle izah edilemeyecek fahiş fiyatlar isteyerek enflasyonla mücadele[lerine] zarar verenleri işte bu zehirli iklim yoldan çıkarmakta[ydı]. […] Hayat pahalılığıyla mücadele[lerinin] önündeki en büyük nakısa işte bu çarpık anlayışın tıpkı zehirli bir hava gibi her yere yayılması[ydı].”
“Demek ki”, diyordu Erdoğan “kurdaki ve enflasyondaki artış oranlarının ötesinde bir fiyatlama güdüsüyle karşı karşıyayız. Bu da karşımızdaki sorunun ekonomik değil, psikolojik olduğuna, hayat pahalılığıyla enflasyonun farklı gerçekleri gösterdiğini işaret ediyor”du.
Bu saate gelinceye kadar Erdoğan’ın “zehirli” anlatısı medya kanallarından çıkarak çoktan tüm Türkiye’yi dolaşmış, kaymakamlardan, okul müdürlerine, tarikat şeyhlerinden AKP kadın kollarına, TÜGVA gençliğine ve temas ağlarına kadar yayılarak, rejim tabanında muhalefete muhalefetin kulpu haline gelmiş, Erdoğan’ın yaydığı sis perdesi hakikatlerin üzerini çoktan örtmüştür bile.
Erdoğan kendi cephesinin duvarlarını yalanlar ve kurgularla sıvar, bunları laf salatalarının arasına saklayarak yenilir yutulur hale getirmeye uğraşır, bunun için arkasında bir “dezenformasyon ordusu” beslerken, parlamentodaki demokratik ve toplumsal muhalefetin somut işlerinden biri bu “sis perdesi”ni sistematik olarak yırtmak, arkasındaki çıplak gerçeği göstermek üzere halk arasında yayılan argümanları birer birer parçalamak olmamalı mıdır?
Erdoğan’ın son tiradı, onun halk arasında yayılan fikirlerden toptan tüfekten daha çok korktuğunun en açık kanıtı olarak orada dururken, muhalefet diktatörlüğün yalancı pehlivan gibi peşrev çekişini istihzayla izlemekle yetinemez.
Tersine, muhalefet, söylemin piyasanın görünen kusurlarını kapitalizmin temel işleyiş dinamiğinden ayırarak, toplumun öfkesini rejimin yönettiği piyasadan “hilekar tüccar”a, hemen oracıkta ezebileceği somut kişiye yöneltmek gibi bir cazibesi olduğunu görmek ve bu anlatıyı ters yüz ederek sorumluluğu rejime iade etmekle görevlidir.
Bu görev iktisatçılara devredilemez. İktisatçılar çıplak gerçeği herkese gösterme görevlerini layıkıyla yerine getiriyor. Siyaset bu gerçeği hasmın yüzüne çarpmak için lazımdır.