Geçtiğimiz hafta sonu birçok Baro ile birlikte İstanbul Barosu’nun da genel kurulu vardı. Dünyanın en büyük barolarından biri ve kırk bin dolayında üyesi olan İstanbul Barosu, kendi organları yanında Türkiye Barolar Birliği’ni oluşturan genel kurulun da yüz civarında delegesini seçti. On grubun katıldığı yarışı, eski başkan Avukat Mehmet Durakoğlu ve ekibi kazandı. Başarılar dilerim de hukuk kazandı mı? Bu soruya evet demek mümkün değil.
Genelde bir yere talip olan eskiler, “yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” derler. Gerek İstanbul Barosu, gerekse Türkiye Barolar Birliği’nin olagelen bunca hukuksuzluk, bunca antidemokratik uygulama, bunca zulüm ve işkence karşısında üzerlerine serpili ölü toprağından kurtulamamları, dinci tekçiliğe karşı otuzlu yılların ırkçı tekçiliğini savunmaları Hukuk Tarihi’nde hiç de gurur verici bir sayfa oluşturmayacaktır. İstanbul Barosu’na kaydolduğum ilk günden itibaren avukatlıktan çok baroculuk yaptım. İlk günden itibaren komisyonlarda aktif olarak çalıştım ve iki dönem de hayatımın en onur verici görevleri olarak saydığım en üst düzeyde, Genel Sekreterlik, Başkanlık Divanı Üyeliği yaptım.
12 Eylül faşizminin yükünü, efsanevi başkan Orhan Apaydın ve her binini minnetle, şükranla andığım, çoğu aramızdan ayrılmış yönetim kurulu üyeleriyle birlikte taşıdık. Faşist cuntanın sıkıyönetim mahkemeleriyle cebelleştik. İstanbul Barosu, uluslarası kurumlar nezdinde sözüne güvenilen tek kurum olarak kalmıştı Türkiye’de.
Avrupa Konseyi ve Parlamentosu, Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfedrasyonu (ICFTU), Avrupa İşçi Sendikaları Konfedrasyonu (ETUC), Kuzey ülkelerinin sendika ve parlamentoları, İnsan Hakları Uluslararası Konfederasyonu, Uluslararası Avukatlar Birliği ve adını sayamayacağım daha birçok kurum bizi arardı. Yurt dışına çıkışımız engellenmişti, -hoş, şimdi de yasaklıyım ya- buna rağmen bu kurumların hepsiyle baro merkezimizde görüşebiliyorduk. Doksanlı yıllarda durum yine değişmedi, Türkiye dışarıda sıkıştığında İstanbul Barosu’nun kapısını çalıyordu.
Batı Trakya Türklerinin duruşmalarına baromuz koştu, Jivkov faşizminden kaçanların kamplarına baromuz gitti. İstanbul Barosu, Türkiye’nin tümü için bir umut kaynağıydı. Hiç unutmam, Samsun ve Çanakkale’den iki ayrı vatandaş, boşanma davası açan eşleriyle barışmalarına yardım etmemizi istemişti, Almanya’daki bir işçi yurttaşımız gene buna benzer istekte bulunmuştu. Her hafta onlarca mektup ve dilekçeye cevap veriyorduk. Hakkâri’nin bir ilçesindeki bir yargıç bile Adalet Bakanlığı’ndan temin edemediği ücret tarifesini bizden istemişti. Bu birkaç örneği, İstanbul Barosu’nun halk nezdindeki itibarını ve yarattığı güveni belirtmek için anlatıyorum. Nerden nereye geldik…
Mustafa Kemal’in Cumhuriyet hükümetince Lütfi Fikri’nin görevden alınmasını içine sindiremeyen, derhal topladığı genel kurulu ile onu tekrar oybirliğiyle başkanlığa seçen, bünyesinden birçok bakan, başbakan, Meclis başkanı çıkaran İstanbul Barosu, günümüzde avukatlara kimlik verme ve adliyelere kırtasiye göndermeyi baro faaliyeti sayıyor.
Kendi mensuplarının duruşmadan tartaklanarak çıkarılması, tutuklanarak aylarca gözaltı ve cezaevlerinde kalması, yüzbinleri aşan yargı mensubu, akademisyen, öğretmen, memur ve aydınların, emeğinin karşılığının verilmesi ve insanca bir iş yaşamı için direnen işçilerin uğradığı zulüm karşısında sağır ve kör rolü oynamakta. Bu son seçimin bize gösterdiklerine gelince. Yüzde otuzla birinci gelen ekibi izleyen ikinci grup yüzde yirmi altı oy aldı. Bu ekip, birinci gelen ekibin içinden çıkmış ve eski başkan ve çevresinin olaylar karşısındakı tutumunu eleştiren, özgürlük ve demokrasiyi savunanlardan oluşuyordu.
Yine özgürlük ve demokrasiden yana davranan ve mevcut iktidara karşı olan diğer dört ekibin oy toplamları yüzde yirmi dolaylarındaydı. Yani bu demokrasiden yana ve hepsi eski özgürlüklerden yana tavır koyan Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan gelen ve tüm oyların yarısına yakınını alan bir kitle, bir araya gelememiş ve çok önemli bir hukuk kurumunu teslim etmişlerdi. 1979’daki seçimden bir hafta sonra Babıâli’de karşılaştığım mesleğimizin duayenlerinden değerli dost Müşir Kaya Canpolat bana “İbrahim, bir hafta geçti, yüz bir haftanız kaldı, zaman tez geçer, çalışma vakti” demişti.
Artık birbirini suçlamanın, kendini temize çıkarmaya çalışmanın faydası yok kimseye. Yapılması gereken, gerek baroda, gerek tüm diğer kurumlarda küçük hesapların peşine düşmeden kolları sıvayıp çalışma zamanı. Şimdiden bir hafta geçti, kaldı yüzbir hafta.