Kadını, toplumu iradesiz bırakan, işsizliğin yoksulluğun, fuhuş ve uyuşturucunun merkezi olan, birçok imkândan yoksun kalan kent yaşamının karşısında toplumun demokratikleşmesini sağlayacak kent politikalarına ihtiyaç vardır
Seher Tümer
“Kendisine bir oda hazırlattım, bir de araba aldım” cümlesi yıllar önce bir erkek eşbaşkanın kadın eşbaşkan için söylediği cümleydi. Bazı cümlelerin hangi zihniyetten türediği üzerine epey düşünmek gerekiyor; kadını mülk olarak gören bu zihniyet üzerine düşünmek gibi. Genişleterek düşündüğümüzde mülk Allah’ındı, mülk kilisenindi, mülk sultanın, kralındı. Mülk erkeğindi. Zihniyet hep böyle miydi? Tarihi kendi zamanımızdan okuduğumuzda hep böyleymiş gibi bir sonuca varma tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliyoruz. Tarihi evrensel ele alıp kendi dönemi içerisinde baktığımızdaysa bu zihniyetin zamanının çok yeni olduğunu görüp sorgulamalarımızı genişletebiliyoruz.
Gökyüzü altında birlikte yaşıyorsak gökyüzü hepimizinse neden toprağın sahipleri oluyor diyen pek çok isyan da oldu. Bu isyanların aslında mülkiyetçi zihniyete karşı olduğunu belirtmek gerekiyor. Ve en çok uğraşılması gereken noktanın kendi zihniyetlerimiz olduğunu uygarlık ve kapitalizm eleştirisini yaparken bu sistem içerisinde kendimizi nerede konumlandırdığımızı görmeden mücadele etmek de pek gerçekçi olmuyor. Sistemi değiştirme iddiası mücadele edenlerin bile kolayca reddedemediği bir zeminde de başkalarına reddetmeyi anlatmaya, öğretmeye kalkmak toplum mühendisliğine soyunmaktan öteye gidemiyor.
İnsan yaşamının ve doğanın kutsal olduğunu bilip kutsalın nasıl yönetileceğine dair karar vermek gerekiyor. Yönetimi iktidar kavramıyla eş mi tutacağız yoksa eşitliğe başka bir yerden mi bakacağız? Eş(eşit) yaşamın darbelendiği ve tahakkümün binlerce yılda oluşturduğu zihniyetlerimizle uğraşmak mutlaka zor ama imkânsız değil. Tarihin her döneminde bu zihniyete karşı gelişen mücadeleler ahlaki politik toplumun özünü esas alarak özgürlükçü sistemler inşa etmeye çalıştı. Dünyanın pek çok yerinde bu mücadeleler hala, yerel demokrasiyi esas aldığı ölçüde devam edebiliyor. Yerel demokrasiyi inşa etme aynı zamanda yerelin yönetimini de inşa etmeyi gerektiriyor.
Bu yönetimin günümüz açısından en sonuç alıcı modeli eşbaşkanlık sistemidir. Yaşadığımız coğrafyada yerel seçimlerin yaklaştığı bu dönemde bu konuyu en çok tartışan yine erkekler olurken demokratik bir yönetimden ziyade iktidar olma, hükmetme ve kazanma üzerinden yürüyor tartışmalar. Oysa kadınların gündemi eşitlik temelinde oluşturulacak yerel yönetimler formudur. Bunun içindir ki her daim eşbaşkanlık mor çizgimizdir demekten geri durulmadı. Eşbaşkanlığa yanılgılı yaklaşmamak gerekir. Eşbaşkanlık özgürlük üreten bir modeldir. Bir toplumun yaşadığı yerin yönetimine talip olmak, o yerin her şeyinden de kendini sorumlu görmeyi gerektirir. Sadece kendine değil başkalarına karşı sorumluluk hissetmek özgürleştiren bir düşüncedir aynı zamanda. Aksi kendini yaşamak ve yaşatmak olur ki mevcut sistemin bireyci anlayışı bunu zaten yapmaktadır.
Kapitalist modernitenin her şeyi muğlaklaştırdığı günümüzde yerinden yönetime dair düşünürken zihnimiz de eylemimiz de net olmalıdır. Toplumu tamamen politikanın dışında bırakarak yürütülen siyaset biçimi geldiğimiz aşamada tehlikeli bir hal alsa da kadınların bu sürece müdahale ve kendini her alanda var etme mücadelesi yerelin yönetiminde de yerini bulacaktır.
Kentleri kendi tekellerinde gören erk zihniyetinin yarattığı tahribatların yol açtığı sorunları yakın zamanda gördük. Sayısını dahi bilemediğimiz can kaybının yaşandığı depremlerin toplumun bir bütünü için aslında yaşanılacak mekân olmadığını tam tersi mezar olduğunu canlı canlı izledik. Toplumun en temel ihtiyaçlarından biri olan barınma sorununun tüm toplum için güvenli, sağlıklı kentler nasıl oluşturulur, o kentler nasıl yönetilir sorularını yanıtlamaktan geçtiğini ve yanıtın da aslında yerelin demokratik yönetiminin inşasında olduğunu gördük.
Toplumu tarımdan, kırdan, köyden uzaklaştıran politikalar ve yapılan kent güzellemeleri ile kentlerin devasa gettolara dönüştüğü günümüz kent politikalarının da kadının yaratımı olan doğayla ahenk içerisindeki toplum formuna bir müdahale olduğunu bilmek gerekir. Mevcut haliyle yaşamanın neredeyse imkânsız olduğu adına yaşamak diyemeyeceğimiz bir sistemin inşası daha da hızlanarak devam etmektedir. Öyle ki belli bir yaşın altındaki nesil doğayla toprakla ilgili neredeyse hiçbir bilgiye sahip değiller. Yerelin yönetiminde kent politikalarının da demokratikleştirilmesi gerekmektedir. Kentleşmenin doğaya hükmetmeden nasıl şekilleneceği yine bu alanlarda kadınların yer almasıyla mümkün olacaktır. En çok betona, kapalı alana maruz kalan, toplumsallığından, doğadan koparılarak kendi olmaktan uzaklaştırılan kadının yaşanılan kentlerin inşasında sözünün olması toplumun barınma sorununu çözecektir. Aynı zamanda güvenli alanlar da oluşturulacağı gibi eşit ilişkilenmenin yeniden toplumsallaşmanın da yöntemi olacaktır.
Son zamanlarda çokça yaşanılan orman yangınları toplumda yönetimlere olan güvensizliği de o oranda arttırmıştır. Her yanan bölgenin imara açılarak betonlaştırılması bu güvensizliği getirmiş olsa da en temelde doğayla yaşamsal bağ kuran, kendini onun, onu kendinin parçası olarak gören toplum vicdanında derin izler bırakmıştır.
Doğaya ve topluma dönük bu müdahaleler karşısında doğru kent politikaları bu dönem açısından önemli olacaktır. Kadını, toplumu iradesiz bırakan, işsizliğin yoksulluğun, fuhuş ve uyuşturucunun merkezi olan, birçok imkândan yoksun kalan kent yaşamının karşısında toplumun demokratikleşmesini sağlayacak kent politikalarına ihtiyaç vardır. Barınma sorununu çözmek için insana hükmeden devasa binalar, siteler değil toplumsallaşmayı esas alan yaşam alanları; eve ve çalışma alanlarına hapsolan yaşam yerine komünal ekonomiyi geliştirecek politikalar…
Özcesi aşırı betonlaşmanın ve o betona mahkum olan yaşamın inşası olan devasa boyutlara ulaşmış kentsel politikalar yerine doğayla toprakla buluşan, yeniden demokratik formuna kavuşan kentler kadınların bu alanlarda kendilerini var etmeleriyle, irade olabilmeleriyle mümkün olacaktır.