Son zamanlarda çok tekrar edilen bir kalıp var. Neredeyse bir müjde verilir gibi söyleniyor. Eylem yapıyorlar ama “tek talepleri şu ya da bu”. Bu nasıl bir geri çekilme düzeyidir anlamakta zorlanıyor insan. Nasıl bir ketlenme bu, nasıl bir şartlanma, nasıl bir dersini almışlık? Eylem yapan işçiler, mücadele eden kadınlar ya da direnen gençler “tek bir şey talep etmeye” mecbur mu?
Her toplumsal kesimin ancak kendi sınırlarında kalması ve sadece tek bir şeyi talep etmesi kural kabul edilemez. İki şey de talep edilebilir, kendi alanının dışına da çıkabilir insanlar ve çok daha geniş açıyla bakabilir meselelere. Meşru kabul edilmek için “tek talepte bulunmak” zorunda değiliz.
Çok mu çizmeyi aşıyoruz böyle konuşunca? Çizmeyi aşmamaya dikkat etmek hiç de matah bir iş değil. Türkiye sağının çok sevdiği bir terminoloji var, “kırmızı çizgilerimiz şunlardır” şeklinde. Onlar da kırmızı çizgilerin aşılmasını istemiyor büyük bir titizlikle. Mayın tarlası gibi memleket mübarek.
Ücreti için mücadele eden bir işçi, ülkede genel olarak demokrasinin yerleşmesini de isteyebilir. Çünkü demokratik hakları varsa ücreti için de mücadele edebilir. Demokrasi varsa sendikası da olabilir. Ekonomi doğru temellere oturuyorsa refah içinde olacağı bir ücret alır. O nedenle ekonomik gidişatın ne olduğuyla da ilgilenir. Ülke varlıklarının körfez ülkelerine satılmasına karşı çıkabilir. Asıl bunun vatanı satmak olduğunu düşünebilir.
Karmaşık iş bölümündeki konumuyla, büyük bir verimlilikle kar üretilmesini sağlayan işçiler, ülkenin iyiliğinin ne olduğuna da karar verebilir. Bu hak ne zamandan beri işçi sınıfının ve diğer bütün haksızlığa uğrayan müttefiklerinin elinden alındı, söyleyin de biz de bilelim.
Üç beş yenik ruhlu yüzünden işçi sınıfı ve haksızlığa uğrayanlar dövüşemez sanılmasın.
1976’da Milliyetçi Cephe hükümeti Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni (DGM) kurmak ve yasalaştırmak istiyordu. Aslında dertleri sıkıyönetimsiz bir sıkıyönetimi uygulamaktı. DİSK bunu kabul etmedi ve 16 Eylül 1976’da “Genel Yas” ilan ederek mücadeleyi başlattı. Bildiriler, üretimin durdurulması, yürüyüşler ve diğer biçimleriyle eylemlilik süreci 20 Eylül’e kadar devam etti. Mücadelenin hedefi MC hükümetini demokratik yollardan göndermekti. Hem demokrasi düşmanı Milliyetçi Cephe’ye hem de DGM’ye hayır deniyordu.
DİSK’in “tek bi tanecik” hedefi yoktu. Konu sendikal alanın dışına taşmıştı elbette. Haddini bil uyarılarını dikkate almamıştı. Hükümetten bir isteği yoktu, bilakis hükümeti istemiyordu. Memleketteki demokrasi meselesine de basbayağı girmişti.
Demek ki önemli işler yapacaksanız Mısır Piramitleri gibi alanı geniş tutmak lazım.
Çözümlerde alan ve zamanın dar tutulması sorunun kronikleşmesi sonucunu verir sadece. Çözüm için hem alan hem de zaman genişletilmeli. İşte buna aklı evveller ütopya diyor.
Örneğin “tek bi tanecik” hareket yaparak deprem meselesini çözmek mümkün mü? Olaya taa, kentlerin yerleşiminden başlamak lazım. Peki, trafik sorunu “tek bi tanecik” hareketle çözülebilir mi? Konu taa, nasıl bir ulaşım metodunun tercih edileceğinden başlar, kırmızı ışıkta durmaya kadar gelir.
Sadece boynumuz ağrıdığı için doktora gidiyoruz ve doktor bize bir sürü tedavi uyguladıktan sonra diyor ki: Yaşam tarzınızı değiştirin. Bu ütopya mı şimdi?
Neden boynu ağrıyan işçi sınıfına, sen sadece al şu hapı iç deniyor ki? İşçi sınıfı da yaşam tarzını değiştirmek isteyemez mi? Kürt halkı yaşam tarzını değiştirmek isteyemez mi? Çok şey mi istemiş olurlar? Onlar hep aza mı kanaat getirmeliler?
Güya ütopya eleştirisi yapanlar “iki şey” istenmesine tahammül edemiyor. Onlara göre insan dediğin tek bir şey isteyebilir ve sadece ona hakkı vardır. Kapitalizm eleştirisi de ütopyadır onlar açısından. Oysa kapitalizm sürdürülemez bir çarpışmadır. Güçlendiği anda diğer güçlü olanlarla sert bir savaşa girer. Gelgelelim gezegenin üzerinde nükleer bir savaş yapmak mümkün değil. Bu her şeyin sonu anlamına geliyor. Bu kapitalizmin savaşçı ilerleyişinin imkansızlığı.
Kimsenin savaşmadığı koşullarda bile, eğer kar elde ediyorsa on milyonlarca yılda birikmiş fosil yakıtların hepsini yakıyor ve küresel ısınmaya sebep oluyor. Hiç savaş yapmadan, “barışçıl” bir şekilde yaratıyor bu felaketi. Barışçıl bir şekilde yağmur ormanlarını ve canlı türlerini yok ediyor.
Görüldüğü gibi onun barışçıl yolu dahi imkânsız. Her iki yolu da imkânsız ve mantıksız.
Neden herkesin öleceği bir savaş yapalım ve neden bütün bir canlı hayat yok olsun? Sorular bu kadar basit.
İnsanların ihtiyaçları için üretim yapabiliriz.
Yok kâr için yapalım derseniz. Kâr için üretim rekabet demek ve sonra ülkelerin rekabeti demek ve sonra ülkelerin savaşması demek. Ne acı ki bu savaş, en sonunda 2. Dünya Savaşı gibi “sakin” olmayacak.
Kâr için değil ihtiyaçlar için bir üretim örgütlenmesi ütopya değil, tek mantıklı seçenek. Kapitalizm insanlığın iyiliği adına bir ütopya olamaz tabii ki ama tamamen imkânsız. İnsanlığın iyiliği adına tek ütopya ve aynı zamanda bilimsel kurtuluş planı sosyalizmdir.
İskender Savaşır derdi ki, “Gerçekler kadar hayallerin de sadakate ihtiyacı vardır.”
Evet, ekmek istiyoruz ama gül de istiyoruz.