Üretici küçük köylülük kırdan kente göç etmek zorunda kaldı. Kırsal nüfus yaşlandı ve üretimden uzaklaştı. Tekellere karşı toprağını savunanların yanında olunmalı. Kürt köylüsünün eşit yurttaşlık temelinde üretim yapmasından yana olmanın devrimciliği üzerine bir alternatif lazım
Rıdvan Turan
2 4 Ocak kararları ve uygulamaya konulan neoliberal dönüşüm programları kırsalın tasfiyesinde önemli bir rol oynamaya aday girişimlerdi. Finansmanı dünya bankasınca sağlanan kredilerle tarımda dönüşüm süreçleri başlatıldı. Devletin tarıma yönelik desteklerinin tedrici olarak azaltılması, ileriki on yıllar boyunca hiçbir zaman istikrarlı olamasa da buradan ileriye tarımsal süreçleri önemli ölçüde belirledi.
DTÖ’nün tarıma etkisi
Özellikle 1989’dan sonra Türkiye’de sermaye hareketlerinin iyiden iyiye serbestleşmesi ile Türkiye’de uluslararası finans kapitalin etkisi giderek artmıştı. Uluslararası mali sermaye Türkiye’de ciddi boyutta dönüştürücü etkiler yarattı. Tarım da bundan nasibini elbette alacaktı. Mali sermayenin hedefleri ile yerel ekonomik ve siyasal dinamiklerin çelişkileri kriz konjonktürlerini tetikledi ama hemen her kriz, uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda dikte edilen ekonomik siyasal programlarla bir sonraki krize kadar ötelendi. 1994, 1999 ve 2001 krizleri böyle oldu. DTÖ’nün (Dünya Ticaret Örgütü) kuruluşu Türkiye tarımını özellikle vurdu. DTÖ’nün tarımda finansal serbestliği devletin korumacı politikalarının engellediği yaklaşımı, Türkiye’nin buğday başta pek çok ürününün TMO (Toprak Mahsülleri Ofisi)tarafından stoklanmasını engelledi. Stok küresel ticaret önünde engeldi.İhtiyaç ithalatla sağlanmalıydı. Bugün yaşadığımız buğday kıtlığının sebeplerini işte buralarda aramak lazım.
IMF’nin dikte ettiği program
1999 yılında IMF’nin dikte ettiği istikrar programı neoliberalizmin kırda daha fazla hissedildiği politikaları beraberinde getirdi. Bunların en önemlisi hiç kuşkusuz tarımsal desteklemelerin tasfiyesi veKİT’ler (Kamu İktisadi Teşebbüsü) başta olmak üzere tüm tarımsal kurumların dönüştürülmesiydi. Üçlü koalisyonun niyet mektuplarında bu amaç açık seçik belirtilmişti. 17. Stand By Anlaşması’nda çiftçi destekleme politikalarından vazgeçilerek doğrudan gelir desteği programının başlatılacağı vurgulanmaktaydı. Destekleme politikaları kamu maliyesine gereğinden fazla yük getirdiğinden şikayet ediliyordu. DGD (Doğrudan Gelir Desteği)ile bu yük azaltılıyor ve fazla dış borçların ödemesine yönlendirilebilirdi. Ancak DGD ile tarımsal üretimin azaltılması, Türkiye’nin küresel piyasalarda bir ithalatçı durumuna düşürülmesi demekti. Ayrıca gelir desteğiyle kıt kanaat geçinen bir köylü kitlesi meydana geliyor, gençler ise üretimden tamamen kopuyordu. DGD emperyalizmin Türkiye gibi ülkeleritarımın tasfiyesi ile kendisine bağımlı kılmalarının bir yöntemiydi.
Destekleme politikaları elbette sütten çıkmış ak kaşık değildi. Tarımda kapitalist dönüşümü devlet eliyle gerçekleştirmenin ve bu süreci denetlemenin bir yolu idi destekleme (girdi, kredi ve fiyat desteği) politikaları. Ayrıca tarımsal kesimlere sermaye transferi ile olası direniş potansiyelleri masedilmiş oluyordu. Desteğin tedrici olarak ortadan kaldırılması bu dönüşümün uluslararası sermaye eline terk edilmesine ve açık bir sömürüye imkan verdi. Ardından gelen özelleştirme programı ile TÜGSAŞ,İGSAŞ, TZDKTMO, TEKEL gibi pek çok kurumun satılması da gündeme alındı. Tarımsal desteklerin kaldırılmasıyla tarıma dayalı üretim yapan kurumlar deyim yerinde ise avare kalmışlardı. Değer üretmesi iktidar tarafından engellenen kurumlar “zarar ediyor, hazırdan yiyor” propagandası ile tasfiyenin psikolojik zemini kurulmaya başlandı. Ancak tüm bunların uygulaması kriz sonrasına kaldı.
Krizle birlikte Derviş’in “güçlü ekonomiye geçiş” programı ise neoliberal dönüşüm sürecini daha da radikalleştirdi. Bu program geriye dönülmesi mümkün olmayacak yapısal dönüşümler yaratma iddiasına sahipti. Program desteklemeler konusunda kriz öncesinde yapılanların bir devamını getiriyordu. Ayrıca şeker ve tütün kanunlarında değişiklik yaparak bu piyasaların özerkleşmesi yani piyasa kurallarına terk edilmesi amaçlanıyordu. Bu amaçla şirket temsilcilerinin de içinde olduğu şeker kurulu sektörde her konuda yetkili kılınarak kuruldu. Tütün ve alkollü içkilerde de benzer bir kurul oluşturuldu,tütün alımları durduruldu, tütün alım satım vb serbestleştirildi, böylece TEKEL’in özelleştirilmesinin zemini de kurulmuş oldu. Tütün alımlarının durdurulması aynı şeker gibi Anadolu’da yüzbinlerce tütün üreticisinin üretimi durdurmasına,tarım dışı başka gelir kaynaklarına yönelmelerine yol açtı.İşte 301 işçinin hayatına mal olan Soma Katliamı’nı böylesi bir sosyal zemin hazırladı.
Derviş döneminde bir başka önemli olay Dünya Bankası ile tarım reformu uygulama projesinin yürürlüğe girmiş olmasıdır. Proje ile tarım satış kooperatif birlikleri yeniden yapılandırılırken, oluşturulan çiftçi kayıt sistemi ile desteklemenin sona ermesinden etkilenen çiftçiler için alternatif ürün üretiminin zemini oluşturulmaya çalışıldı. AB sürecinde de genel istikamet değişmedi. Hatta 99 programının bir biçimiyle sürdürülüyor olması tarım konulu müzakerelerin daha sorunsuz sürdürülmesine imkan verdi. Gerçi sorun çıksa da iktidardakilerin direnmeye ne mecali ne de niyeti vardı. Hedef AB’ye tam üyelik olunca tarım alanındaki yeniden yapılanma müzakereleri ancak teferruat olabilirdi, öyle de oldu.
Kırsalın tasfiye edilmesi
2010 yılına dek kırsal önemli ölçüde üretken nüfus açısından tasfiye oldu. Devlet desteği ile ayakta kalan üretici küçük köylülük kırdan kente göç etmek mecburiyetinde kaldı.Kırsal nüfus yaşlandı ve üretimden uzaklaştı. Piyasanın kurallarına göre üretim yapan özel ürünler yetiştirip pazarlayabilen bir kısım üretici ayakta kalabildi. Uluslararası tarım şirketleri, Türkiye tarımına, neyin ne kadar nasıl ekileceğine kadar hakim olmaya başladı. Ulusal tarım politikalarının yerine uluslararası tarım tekellerinin dayatmaları ikame oldu. Devletin çiftçiyi ulusal ve uluslararası piyasa dalgalanmalarından korumaya dönük önlemlerinin tasfiyesiyle, yoksul köylülük yok olmakla karşı karşıya kalırken uluslararası tekellerin ihtiyacı doğrultusunda, onlardan gelen tohum, gübre, kredi vb desteklerle direk dışarıya üretim yapan görece ayrıcalıklı azınlık bir çiftçi kesimi oluştu.
Kürt sorununun tarıma etkisi
1980 ile 1990 arasında ülke nüfusu %26 arttı. Buna karşın kent nüfusu yüzde 76 artarken kır %13 azaldı. 1998- 2008 arasında 4 milyon kır emekçisi topraktan koptu. Bunda iktidarın uyguladığı neoliberal politikalar kadar kirli savaş sebebiyle en az 3 bin köyün yakılması ve halkın zorunlu göçe tabi tutulması da önemli bir sebeptir. Bütün bu süreçteKürt sorunundaki çözümsüzlüğün Türkiye tarımı üzerindeki olumsuz etkisi son derece belirgindir.Köylerin ve mezraların boşaltılması, yayla yasakları, sokağa çıkma yasakları, çiftçilik yapan halkın büyük kentlere göç etmek zorunda bırakılması, hapsedilmesi, yüzbinlerce hektar alanın mayınlanması, yüzbinlerce hektar ormanın ve tarım alanının yakılması bugün ülkenin tarımda ve hayvancılıkta dışa bağımlılığının en önemli sebeplerindendir.
Yıllar içinde tarım topraklarının tarım dışı amaçla kullanılması hız kazandı. Sahil bölgeleri ve büyük kentlerin çevreleri başta olmak üzere tarım toprakları betona boğuldu. Nüfuz artışı ile doğal bir artış seyri izleyecek olan inşaat sektörü, AKP döneminin başat sermaye birikim modeli olarak görülüyor olması sebebiyle büyük bir hızla gelişerek tarım topraklarını yok etti. AKP iktidarı ile geçen dönemde tarım topraklarının yüzde onundan fazlası yok edildi. Gelinen noktada köylü kredi borçlarının giderek daha fazla özel bankaların ellerinde toplanıyor olması, uluslararası sermayenin tarım topraklarının üzerinde direk söz sahibi olma hedefi,tarımsal üretimin bu sermaye gruplarının yönelimlerine terk ediliyor olması gibi faktörler sürecin çok daha zorlu hale geleceğini gösteriyor. Ayrıca tarımı ciddi düzeyde etkileyecek olan küresel ısınmanın Anadolu tarımına olumsuz etkileri, su kaynaklarının azalması,tarım toprağının nitelik kaybına uğraması, ormanlık alanların yok edilmesi gibi faktörler tarımsal süreçlerin önünde ciddi sorunların olduğunu gösteriyor.
Barış içinde bir tarım için
Çok kısaca özetlemeye çalıştığım bu tarihsel sürecin, ciddi ekonomik, sosyal, siyasal sonuçlar doğurduğu, halk sağlığı açısından çok boyutlu sorunlar yarattığı malum. Dolayısıyla HDP olarak üzerinde çok yönlü bir biçimde düşünmemiz gereken, dahası alternatif politikalar oluşturmamız gereken bir alan tarım alanı. Alternatif bir tarım programı hiç kuşkusuz insanlık onuruna uygun, sağlıklı beslenmenin ve giyinmenin ancak mücadele edilerek kazanılabileceği temel felsefesi üzerine kurulmalı. Bu alanın sınıflar mücadelesinin özgün bir alanı olduğu, devrimci mücadele perspektifinin bir parçası kılınabildiği oranda sonuç alıcı olabileceği unutulmamalı. Kâr hırsıyla yapılan ve dünyayı defalarca doyurabilecek boyutta tarımsal üretime karşın milyarlarca insanın sağlıklı gıdayı bırakın sağlıksızına dahi ulaşımının mümkün olmadığı yerde meselenin politik olduğunu unutmayan bir yerden alternatif bir tarım politikası oluşturulmalı.
Hibride ve GDO’lu tohuma karşı atalık tohumu, büyük kapitalist çiftliklere karşı küçük aile tarımını, ataerkilliğe karşı kadın çiftçiliğini,tarım ürünlerinin piyasaca belirlenen üretim, paylaşım ve tüketim standartlarına karşı kolektif ve ihtiyaca göre üretim ve tüketimi,topraklara el koyan uluslararası tarım tekellerine karşı o topraklarını savunan köylünün yanında olmayı, ormanları ve tarım alanlarını yakan, yaylalara mera yasağı koyan zihniyete karşı,Kürt köylüsünün eşit yurttaşlık temelinde ve barış içinde üretim yapmasından yana olmanın devrimciliği üzerine bir alternatif program inşa etmeliyiz. BİTTİ