Her zaman derim, Türkiye’de doğuştan çok yetenekli bir yazar olmaya lüzum yok. Eğer bir insanda ufak bir yetenek varsa, o Türkiyeli, Avrupalı ve Amerikalı en yetenekli yazarlardan üstündür. Nasıl ki Türkiye’de bu kadar kıt kanaatle yaşamamıza el âlem bir mana veremiyorsa, sosyal ve kültürel yaşantımıza da akılları ermiyor.
Nereden bilecekler ki, Doğu ve Güneydoğu’da bir Kürd’ün, yılda 500 dolarla 10 kişilik bir aileyi geçindirdiğini.
Nereden bilecekler ki, Türkiye’de Adalet Bakanı’nın “Bizim kadınlarımız hiçbir işe yaramaz” dediği halde onların yine de oy vermesini.
Nereden bilecekler en salahiyetli devlet adamlarımızdan cumhurbaşkanının ordunun dışa karşı “muattal”, ancak içeride polis ve jandarmanın görevini görebileceğini.
Nereden bilecekler Türkiye’de üç tane tüm dünya hukuk normlarına aykırı sıkıyönetim ve askerin gölgesinde sivil mahkemeler olduğunu.
Nereden bilecekler Amerika’da dört polis bir zenciyi dövdü diye dünyanın ayağa kalktığını; ama Türkiye’de her gün polisin istediği kadar Kürd’ü öldürünce kimsenin sesinin dahi çıkmadığını.
Bu bakımdan bir yazarın Türk siyasi hayatını ve onların temsilcisi olan kişileri teker teker izah etmesine lüzum kalmıyor. Yalnız kısa bir cümle ile halka, onları şöyle göstermek kafidir. Şuna bakın veya şunlara bakın. Halk onların ne mal olduklarını kolaylıkla anlayacaktır.
Şimdi Süleyman Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş, İnönü ve diğerlerinin hüviyetini açıklamaya lüzum var mıdır?
Önce halk hepsinin sıhhi bakımdan hasta olduğunu biliyor. Kimi iğdiş, çocuğu olmuyor. Kimi kalp, şeker, prostattan muzdarip.
Hani Türk atasözü nerede kaldı? Denir ki, “Sağlam fikir, sağlam vücutta bulunur.” Peki bu poliklinik adamlardan 55 milyon Türkiye Cumhuriyeti halkı ne bekleyebilir?
Denir ki, devlet adamları bir ulusun önündeki lokomotif gibidirler.
Peki lokomotif bozuk olunca güzel mallarla dolu vagonlar ne yapar? Yerinde durur. İçindeki mallar da çürür.
İşte aziz okurlarım, Türkiye’nin ve Türk devlet adamlarının durumu budur. Gerisini siz düşünün…
——————
10 Mayıs 1992