Yakın zamanda yayınevi logosunu değiştirerek çok daha güzel bir camekâna kavuşan Vacilando Kitap iyi işlere imza atmaya devam ediyor. Bu işlerden biri de Cabir Özyıldız’ın Eski Zaman Türküsü adındaki öykü kitabı. Kitabın kapağından itibaren portakal bahçeleri arasında dolaşarak portakal çiçeğinin kokusuyla yavaş yavaş tanışmamıza vesile oluyor yazar. Kitabın kapağıyla bizi portakal bahçelerine çağıran yazarın içeride bize bir sürprizi var; portakal çiçeğinin rahatlatıcı etkisini okuyucuya değil, karakterlere saklamış adeta. Adana’nın, Akdeniz’in portakal bahçeleri kıyılarında yaşayan yüzleri kavruk, bahtları kara insanların rehavetli ruh hallerini deşerek okuyucuyu rahatsız etmeyi, yerinden etmeyi başarıyor.
İlk kitaptaki ustalık
Eski Zaman Türküsü yazarın ilk kitabı. Kitabı bitirdikten sonra ağzınızda pek de ilk kitap toyluğunu, acemiliğini, acılığını hissetmiyorsunuz. Bir acılık varsa o da öykülere konu edindiği karakterlerin hikâyelerindeki hayatın acımasızlığının, adaletsizliğinin bıraktığı acı.
Kitapta on bir öykü bulunuyor, her bir öyküyü okudukça aynı çevre insanlarının dertleriyle, küçük, günü kurtaracak hesaplarıyla hasbıhal oluyorsunuz. Yoksul insanların yaşadığı mahalledeki evlerinin içine davet ettiği Kırmızı Defter öyküsüyle, nasıl yaşadıklarını, eşyaların lazım olur diye üst üste atıldığını, anı biriktirmekten öteye götürüyor yazar bizi. Eşya düzmenin, düzeltmenin de bir bilinci olduğunu, eşyanın bazen yoldaşlık bazen ağırlık yaptığını anlatıyor.
LGBT bireylerin iç sıkıntılarına, çevreleriyle olan sorunlarına değinirken sobalı bir eve misafir oluyoruz. Sobalı evin manası bellidir, hangi sınıfın kullandığının altını çizmeden canımızı acıtan kronik dertleri üstten bir dil kullanmadan yavaşça zerk ediyor damarlarımıza. O günkü ruh haline göre bazen Ceren bazen Melisa bazen de Rahşan adını kullanan karakter üzerinden mahalle/semt içindeki hoşgörüsüzlüğün kurbanı, kocaman takma kirpikli, türlü türlü kokular süren karakterin gergin ve tedirgin halleriyle hayata tutunma azmini ben anlatıcıyla aktarıyor bize.
Savaşın insanlara yaptıkları
Sırttaki Maymun’da savaşın izlerini üzerinden atamayan, şahit olduğu adaletsizlikleri unutmak için beyaz zehre sığınan bireyin çırpınışlarını görüyoruz. Bilumum kötü alışkanlıkların ve ezcümle madde bağımlılığın bütün aşamalarını, kademelerini, tedarik, koklama, alışma, bağımlı olma hallerini sözünü sakınmadan en tahrip edici cümlelerle önümüze seriyor.
Nazé’de, “Esmerliğin ve kırık cümlelerin suç sayıldığı bir yerden geldiğini söyledi, tınmadık.” Yazarın mekân tasvirlerinde olduğu gibi karakter diyaloglarında da okuyucu eliyle koymuş gibi kimin, hangi sınıfa mensup olduğunu hangi coğrafyada yaşadığını, geldiğini şıp diye anlayıverir. Yazar propaganda yapmaz, ajite etmez ve didaktizmden uzak durur, kelimelere olan tutkunun sonucudur bu. Nazê’de geçmişin elinden kurtulamayan, geçmişi basamak yapmaya çalışan usta yarısı Kar’oğlan’ın temiz, yüzü aydınlık insanların sofrasında nasıl da geleceğe katıldığını görürüz.
Bir önceki öyküde Nazê ismi geçince sonrakinde bir bakıyorsunuz ki Nazê bir karaktere bürünmüş, karşınıza çıkmış. Samuray Orhan geçiyorsa sonraki öyküde Samuray’la karşılaşıyorsunuz. Yazarın bu taktiği, tekniği aynı mahalleden insanların günlük telaşları, kaygıları, beklentilerini art arda koyduğunuzda birbirini nasıl da tamamladığını ya da ortak olduğunu göstermesi açısında ilginç bir örnek olmuş.
Aynı dertten kavrulan insanlar
Öykülerdeki mekânlar neredeyse ortak gibidir. İki sokak berisi üç sokak ötesi… Karakterler daha çok sanayide çalışan usta, kalfa, sebze halinde işçi, çay ocağında çalışanlardan oluşurken kırk yıllık mahalle arkadaşınla sohbet ediyor gibisin. Hepsi oldukça sahicidir. Neredeyse hepsinin bir lakabı var: Kambur, Tenekeci Apo, Sarı, Keş Zihni, Dörtgöz. Hiçbir şey yapmadan daha güzel günler göreceğini, yaşayacağını, kendisinin de bir gün mutlaka güleceğini düşünerek bütün gün sağdan soldan medet uman insanlar arzı endam ediyor öykülerde.
Sarı’nın Yeri öyküsünde, “Arayı uzatma iki gözüm, bunaldıkça kop gel işte” (s. 68) Bunu söyleyen abi dediği Abdurrahman karakteri anladığımız kadarıyla orta yaş üstü. Dolayısıyla bu jargonu kullanır mı pek emin olamadım. Bilemedim, bu da nazar boncuğu olsun kitaba.
Beğendiğim birkaç betimlemeyi burada paylaşmadan sözümü bitirmeyeyim. “Geceyi andıran üstlüğüyle evinin önünü süpüren Suriyeli kadına bakıyorlar” (s. 57) Dışlama yok, tepeden bakma yok, horlama, küçümseme yok. “Peki, cümle yavrusu anasının peşinden giderken, benimkiler niye…” (s. 73) Öyküdeki karakterin hikâyesiyle ciğerlerimizi dağlarken bildiği tek itiraz olan sitemi Allah’ına gönderirken bile naifliği elden bırakmayanın çaresizliği… “Annem geliyor günaşırı yanıma. Karnında on bir çocuğun boşluğu…” (s. 83) Ailenin, annenin, kadının, coğrafyanın özeti gibi.
Hamam böcekli sokaklarda yaşayan evsizlerin, işsizlerin, yoksulların dar odalarını anlatırken fakir edebiyatı yapmadan, güzellemelerde bulunmadan kendi yağında kavrulan insanların düze çıkmak için kendilerini nasıl hırpaladıklarını… Bir miras gibi bırakılan yoksulluğun altında ezilen, borçlarının altında verem olan, her şeye geç kaldığını, kendisiyle hesaplaşırken hesaplaşmak için bile geciktiğini düşünen bahtı kara insanların hikâyelerinde dolaştırıyor yazar bizi. Bunu yaparken sermayedarlara, zenginlere, burjuvalara, çalışmadan kazananlara mesafesini korumayı ihmal etmiyor.