Türkiye’deki iç turizmin sadece yaz aylarına bel bağlanarak tarihi ve doğa güzellikleri ön plana çıkarmayarak gezip görebilecek olanakları cazip hale getirmek için kılını kıpırdatmayan bir anlayışın hep iş başında olduğuna değindiğim I. Bölüm ile yurt dışını tercih ederek yeni yerler gördükçe, farklı yönetim ve kültürlerle karşılaşınca kendi ülkesinde nasıl da ekonomik cenderede olduğunu anlatmaya çalıştığım II. Bölümün ardından son bölüme gelmiş bulunmaktayız.
Kısa vadeli çözümlerin izi yok
Prag’ın ardından trenle Viyana’ya gitmek daha kolay oldu. Hem istasyonları hem de artık aşina olduğum işleyişi öğrenmiştim. Regio Jet firmasıyla yaptığım tren yolculuğu boyunca diyebilirim ki tarla, ağaç, ormanlık ve yeşillikten başka bir şey görmedim. Ne bir kaçak bina/ev ne de izinsiz bir yapı. Bütün tarlalar ilginç bir şekilde cetvelle çizilmiş gibiydi. Ayçiçeği ve mısır tarlaları insanı kıskandıracak güzelliklerini yan taraflarında gördüğüm sulama sistemine borçluydular. Ne bir obruk ne yer altı suyu için bir sondaj ne de seyyar sulama için bir ekip/man. Her şeyin planlandığı ve düşünüldüğü ortadaydı. Kısa vadeli çözüme dair iz yoktu.
Dış cephe restorasyonu yapılan Viyana Opera Binası önünde yazar Erdem Özgül karşıladı beni. Yıllardır orada yaşayan Özgül’ün rehberliği hem zaman kazandırdı hem de kolaylaştırdı göreceğim yerleri. Gitmişken akşam için operada bilet alıp izlemeyi düşündüysem de bazen evdeki hesabın çarşıya uymadığını gördüm; sırada Budapeşte vardı ve zaman arkamdan kovalıyordu. Viyana gezisinin mevsimin en sıcak gününe denk gelmesinin öngörüsüzlüğümle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu.
İnsanın sanata olan tutkusu
Viyana’nın sembollerinden Aziz Stephan Katedrali’ni görünce insanın sanata, estetiğe olan inancına bir kez daha hayran kaldım. Bu büyüklükteki bir yapıda bunca inceliğe ve micron çapta kalacak detaylar için nasıl bir izan dökülmüş, nasıl bir öngörüyle yüzyılları aşıp bugüne gelmişti, ağzım açık izleyebildim. Rehber sıfatını layıkıyla hak eden yazar Erdem Özgül’ün sıcağın bizi sıkıştırması üzerine Viyana Tuna Nehri’nin kollarından bir nehrin kıyısındaki kafeden buz gibi bira ısmarlamasıyla kısa bir süreliğine de olsa sıcağı kovmuştuk. Şehirdeki kalabalıktan hiç de 2 milyonluk şehir gibi durmuyordu; anlaşılan kimse sıcak dinlemiyordu. İşçi mahallelerini de gezdikten sonra ısrarlarına rağmen beklemedim ve Budapeşte için metroyu kullanarak FlixBus otobüs terminaline bıraktı beni.
Prag ve Viyana’dan sonra Budapeşte’de aynı tadı alamasam da muhteşem tarihi yapıları, şehri, Buda ve Peşte olarak ikiye bölen Tuna Nehri, üzerinde tramvay ve yayaların geçtiği tarihi taş köprüleri, nehrin üzerindeki turistik gemi ve tekne turlarıyla şehri bir baştan diğer başa gezmek mümkün. Bu gemilerle sadece şehir turu yapabildiğiniz gibi yemekli gece turlarına da katılabiliyorsunuz.
Hitler’in bıraktığı iz
Buda tarafında kalan tarihi Buda kalesi ben gittiğimde kentteki birçok yapı gibi restorasyondaydı. Ama buna rağmen gezip görebildim. Restorasyon çalışmalarını o kadar profesyonel organize etmişlerdi ki hiçbir şekilde gezmek isteyenlere, turistlere engel olmuyordu. Gerekli güvenlik tedbirlerini almışlardı. Kentte neredeyse hiç yeni yapı olmadığından üç beş bloktan bir restorasyonlu tarihi yapıyla karşılaşmak mümkün ki kentin tamamını yenilemek/temizlemek (yağmur vs yosun tutuyor) hem ciddi bir maliyet hem de zaman gerektiriyor.
Tuna Nehri’nin bu yakasındaki Avrupa’nın üçüncü büyük yapı unvanını elinde tutan devasa Budapeşte Parlamento Binası’nı özellikle gece de görmek gerekiyor. Işıklandırmadaki ustalıktan bambaşka bir şahesere dönüşüyor. Hemen yanı başında, II. Dünya Savaşı’nda Tuna Nehri’ne kışın en soğuk ayında dökülen, katledilen insanların ayakkabılarından oluşan trajedinin izleri var. O dönem ayakkabı pahalı diye nehire atılan insanların ayakkabılarını bırakmalarını sembolize eden açık hava müzesi. Özellikle Parlamento binasının yüksekliğini geçmeyecek şekilde inşa edildiği ve din ve devlet işlerinin ayrımını sembolize edildiği rivayet edilen Aziz Stephen Bazilikası gibi daha birçok tarihi ve turistik yerleri günde otuz bin adımla gezmek mümkün.
Bir insan hakları sorunu olarak ele alınması gereken içilebilir şebeke suyuna Budapeşte’de de ulaşmak mümkün. Market, şarküteri ve pazarda gördüğüm peynir çeşitliliğinden sonra bizim ülkemizdeki peynir çeşidinin çok zayıf olduğunu anladım. Yeni yapılar yapmak yerine eskilerin kıymetini veren insanların yaşadığı yerdir Avrupa. Trafikte kırmızı ışık yandığı halde yayaya yol veren, cepteki uygulamalarla verdiğin adresten gideceğin yere kaç dakika, kaç lira tutacağını önceden bilgilendirerek turist avına çıkmayan insanların yaşadığı yerdir Avrupa.