Gündem, dönemin ruhuna da uygun olarak tüm ağırlığı ve birbirini kesen başlıklarıyla alıp başını gitmeye devam ediyor. “Bu başlıklar içinde hangisi öne çıkıyor/önemli?” sorunuza “hepsi” yanıtını almanız mümkün. Takibin bile güçleştiği bu keşmekeş içinde öne çıkan ve aslında diğer başlıklarla da doğrudan ilişkili olanlardan biri de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ardı ardına yaptığı açıklamalar ve başka gelişmelerle birlikte bu açıklamalar üzerinden dönen tartışmalardır.
Diyanet’in Kobanê Kumpas Davası’nda müdahil olma talebi ve bu talebi HDP’li siyasetçilerin “dini değerleri temelden sarstığı” gerekçesine dayandırması, uzun süredir misyon edindiği fetvacılıkta yeni bir eşiği ifade etti: Sadece toplumsal yaşam ve ilişkiler, eğitim vs. değil, mevcut hukuk sistemini de belirlemeye girişen ve bunu resmileştirmeye yönelen bir Şeyhülislamlık mertebesine geçiş…
Bu tartışmalar sürerken Diyanet ardı ardına yaptığı açıklamalarla yeni tartışmaları adeta kaşıdı. “İş yerlerimizdeki mesai saatlerini, okullarımızdaki ders programlarını Cuma namazının vaktine göre düzenleyelim” diye belirttiği bir Cuma Hutbesi yayınladı mesela. Yine katıldığı bir programda yaptığı konuşmada “Sokak röportajlarında izliyoruz. Doğru düzgün salavat getiremeyen gençler var. Bu gençlerin vebali, günahı kimde? Bu kadar yıl okullarda ne öğreniyor bu gençler, din kültürü öğretmenleri ne yapıyor? Bunun vebali hepimize zarar verir” ifadelerini kullandı.
Bir imam ordusuna, yaygın basım-dağıtım ağına, Kur’an kursları ve sübyan mekteplerinden aile sorunlarına dönük danışmanlığa kadar sayısız konuda kurumsallaşıp kadro istihdam eden bu kurumun geçen yılın ilk altı ayında 9.8 milyar TL olan gideri bu yılın aynı döneminde 19.6 milyar TL.
Sadece son dönemde yapılan açıklamalar ve Diyanet’in kazandığı kurumsallaşma boyutları bile gelinen noktada “nereye gidiyoruz?” diye sormamız için kafi. Fakat mesele tam da burada başlıyor. Aslında neredeydik de nereye gidiyoruz? Ya da aslında bir burjuva demokratik sorun olan laiklik Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan itibaren nasıl bir anlam taşıdı, nasıl vücut buldu ya da bulmadı? “Laiklik elden gidiyor” tartışmaları yürütülürken elden giden ne veya kendilerini ilerici-demokrat ya da sosyalist olarak tanımlayanlar açısından bu olgu nasıl ele alınmalı? Daha önemlisi, Diyanet’te simgeleşen bu gelişmeler Diyanet’in kendinde bir tutum mu yoksa Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak kapitalist gelişmenin ihtiyaçları temelinde dinle kurulan siyasal, dahası pragmatist ilişkinin güncel izdüşümü mü? Tam da bu nedenle bugün artık laiklik burjuva demokratik bir sorun mudur, kazandığı siyasal-sınıfsal içerikle nasıl bir muhteva kazanmıştır? Sorular çoğaltılabilir.
1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, laikliği ulus devlet oluşturmanın temeli haline getiren, Osmanlı’daki ümmetçilik yerine Türkçülüğü ikame etmekte önemli bir araç olarak gören Kemalistler açısından bir çelişki değildi. Keza Türkçülüğe dayalı bir ulus devlet inşasına girişen bu asker-sivil bürokrasisi, Türk burjuvazisinin gelişip serpilmesi, Misak-ı Milli sınırlarını katılaştırmak için her türlü pragmatizme açık bir ekipti.
Ermeni-Rum-Musevi azınlıkların nüfus içindeki oranı yüzde 3’e düşürülmüştü, ancak Kürtler başta olmak üzere Çerkesler, Araplar gibi etnik farklılıkları tutkallayacak bir aracın kullanılması kaçınılmazdı. O da o Batıcı-elitist-Türk milliyetçisi Kemalist kadro için İslam’dan başkası değildi. Çok seküler görülen, dinle-devlet işlerini ayırmak konusunda nutuklar atan bu kadro açısından Kürdistan’ın tarikat ve cemaatler eliyle kontrol edilmesi, asimilasyoncu politikaların din bezirganlığıyla sentezlenmesi kaçınılmazdı. Ya da kapitalist üretimin işgücü ordusu olacak Anadolu’nun yoksul köylüsünün dinle kurduğu tarihsel devamlılığı olan ilişkinin milliyetçilikle harmanlanarak yeni bir kalıba dökülmesi yaşamsal önemdeydi. Kürtlere tarikat ağıyla taşınan “din kardeşliği”; pek Batıcı görünen yönetici elit açısından buna uygun bir seküler kimlik kazanmaları umursanmayan yoksul köylüye Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi tepeden indirilen milliyetçilik ve şovenizm! İslam da Diyanet eliyle taşınan bir garnitürdü.
İlk dönemden başlayarak din, kapitalist gelişmenin ve ulus devlet inşasının ihtiyaçlarına göre kullanılan bir aparat işlevi görmüştür. Eğitim de din ve diğer ideolojik hegemonya araçları da, sınıflar arasındaki güç dengelerine, kapitalist üretim organizasyonu ve işgücü ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Dinin Diyanet eliyle kullanımının dozu ve içeriği buna uygun olmuştur.
AKP’li yıllarda dinin kullanımı ve Diyanet’in rolü bu bütünlükten bağımsız değildir. Türkiye kapitalizminin son 20 küsur yıllık gelişimi, sınıf mücadelesinin seyri, sınıflar arası güç dengelerinin değişmesi ona daha geniş bir kullanım alanı açmıştır. Bu gidişat yakın döneme kadar evrimsel bir seyir izliyordu, ancak şimdi sıçramalı bir nitelik kazanarak karşımıza çıkıyor.
Kendisini bir tedarik üssü haline getirmeye çalışan, emek gücünün köleleştirilmesinde, despotik bir emek rejimi kurulmasında ustalaşmış ülkelerle yarışan, tüm altyapısını bu hedefe göre biçimlendiren, eğitim sistemini bile yoksul halk çocuklarının “ara eleman” olarak meslek edinmesi anlayışıyla 4+4+4 modeline göre yapılandıran, uzun süredir fabrikalarda-işyerlerinde dini kaidelere uygun bir nizam kuran AKP, şimdi bu birikimi daha ileri bir noktaya taşıyor. “Şükretmeyi” ilke edinmiş, tüm sosyal ilişkilerini dinin gereklerine göre belirlemiş, sermaye karşısında tamamen edilgenleşmiş bir işçi sınıfı yaratmak için dine oldukça dinamik bir rol yüklenmiş durumda.
Bu derin kriz koşullarında dinin en önemli can simidi işlevi görmesi şaşırtıcı da değil. Fakat kabuğun altındaki gerçek keskin bir emek sermaye çelişkisi, ilişkisidir. Pekçok açıdan da Cumhuriyet’in kuruluş felsefesiyle uyumlu, onunla devamlılık arzediyor.
Tam da bu noktada Kemalist laiklik anlayışına sarılan, bu gidişatın sınıfsal içeriğine de uygun olarak antikapitalist bir mücadeleyle hareket etmeyen her türlü laiklik savunusu tarihsel olarak gericidir. Artık mesele Kemalist laikliğin bugünle ilişkisini göstermek kadar, burjuva demokratik bir sorun olan laikliğin de emek-sermaye çelişkisinin keskinleşmesi oranında devrimci bir iktidar sorunu olduğunu görebilmektedir.