Bu ülkede yaz ayı izin ayıdır, öyle bilinir, öyle uygulanır ve öyle kabul edilir. Çalışanların izinlerini yaz aylarına denk getirmelerindeki ana sebeplerden birinin yaz tatillerinin/ izinlerinin nispeten kış tatilinden daha ucuz olmasıdır. Kış tatili/izinleri/turizmi daha çok orta sınıf üstü olanlara göre dizayn edilir, planlanır. İzninin, tatilinin yazın kullanmasındaki güçlü diğer sebepse ülkenin coğrafik konumundan mütevellit güneş ve sıcaklık…
Tatil anlayışındaki yaygın kanının kum/plaj ve denizle eşitlenmesi üzerine kurulması neredeyse bir gelenek halini almıştır. Tatilin/izinlerin kültür turizmine evrilmesi diğer birçok geleneği yıkmak, yeniden yaratmak, çağa uyarlamak kadar zor olsa da mümkündür. Oysa kolay olan ezbere yaşamaktır; rutinini bozmak sorgulamayı gerektirir.
Dünya vatandaşı olmak
Mezopotamya’nın incisi, birçok dinin, kültürün ve halkın iç içe yaşadığı, gece gerdanlık gündüz seyranlık olarak özetlenen Mardin’in, Dünya Kültür Mirası kapsamına alınan Kapadokya’nın, bir o kadar değerli Sümela manastırı ve bunun gibi birçok yerlerin özellikle yaz aylarında gezilip görülmesinin sadece yaz aylarına denk getirilmesini kış aylarındaki ulaşım zorluğuyla açıklamak biraz zor gibi. İşin içine yine zannımca bahsettiğim sorgulamadan oluşan gelenek giriyor. Mesele yaz ya da kış turizmi ya da iç göç değil. Mesele, bir halk için söylenen göç eden ama gezmesini bilmeyen bir halk olduğumuz üzerine yeniden düşünmemiz gerektiği. Mesele, bütün bir yıl çalıştıktan sonra görmek gezmek için gittiğimiz yerlerin üzerimizde bıraktığı etki, temas ederek bizde bıraktığı iz. Hayatımızda hiçbir şeyin değişmesine vesile olmuyorsa, bu günlerde moda olan; sadece sosyal medya için mi geziyoruz, görsünler diye mi? Bin yıllarca oluşan Kapadokya’nın dokusunu bozmak için betonla müdahale edilirken, Akbelen’deki ormanlar kesilip kıyılırken, Cudi’de orman yakılırken, sahiller, plajlar yağmalanıp denize girmen engellenirken, babandan, anandan, atandan sana bırakılan bir parça tarlanın elinden alındığındaki kadar tepki göstermiyorsan sen dünya vatandaşı değilsin.
Kendi ülkende mahsursun
İç turizmdeki çarpık uygulamaları görmek için karşı kıyıdaki Yunanistan’a bakmamız yeterli. Antalya ya da Ege’de herhangi bir otele, sahile, plaja baktığımızda, Yunanistan’la kıyasladığımızda şöyle bir manzarayla karşılaşıyoruz: İki çocuklu bir ailenin Antalya’da bir hafta tatil yapmasının maliyeti asgari kırk bin lira. Bir yıl çalışıp bir hafta tatilin maliyeti neredeyse dört asgari ücret değerinde. Elbette bir hafta tatil için seçilen otel, üç yıldızlı orta karar bir ayarda. Otele ulaşmak için kullanılan benzin ya da mazotun litre fiyatı 37 lira. Kısaca asgari ücretin 300/1’i. Bir Türkiye vatandaşının 4 asgari ücret ödediği aynı otelde her seferinde, ‘cürümü kadar yer yakar, fakir ülke, borçlu ülke’ denilen Yunan vatandaşı 1.5 asgari ücret öderken, Türkiye vatandaşının asgari ücretinin 300/1’ini ödediği benzinin litre fiyatı için Yunanistan vatandaşı 400/1’ini harcıyor. Kısacası kendi ülkende ekonomik olarak neredeyse mahsur kalmış durumdasın. İç turizm daha pahalı olduğundan diğer (hukuk, adalet, iş, meslek) dış göçler gibi dış turizm tercih edilmeye başlandı.
Her seferinde bacasız ekonomi olarak tabir edilen turizmi daha canlı kılmak için neden başka yöntemler, planlar denenmiyor da içeride dönmesi gereken para dolaylı olarak dışarı kaçıyor? Dışarı kaçan sadece para mı? Ekonomiyi, sanatı, bilimi, turizmi, edebiyatı ayağa kaldıracak, düzeltecek nitelikli iş gücünün öznesi insanın gözü neden dışarıda?
İzmir ya da İstanbul’dan Antalya’ya bir haftalık tatil için ya da Kapadokya’da Göreme ve Ürgüp’ü gezip görmek için harcanacak para Orta Avrupa şehirlerinden Prag, Viyana, Budapeşte’yi gezmek için harcanacak paradan daha fazla! Ben de Orta Avrupa’yı tercih ettim, devamı ikinci bölümde.