Kentsel dönüşüm mahallelerinde çalışan Cihan Uzunçarşılı Baysal ile barınma hakkı, devlet ve iktidarı konuştuk: İnsanlar kefenle cüzdan arasına sıkıştırıldı
Nesli Şahiner
Çok değil, 5 Şubat’ta yaşanan depremlerin üzerinden yaklaşık 6 ay geçti. Mereş merkezli ve 11 kentte büyük yıkımlara yol açan depremlerle birlikte, onlarca sorunun yanı sıra barınma hakkı da yeniden gündemin baş sırasına oturdu. Onbinlerce insan enkaz altında hayatını kaybederken, hayatta kalanlar da yaşam mücadelesi veriyor. Kimileri başka kentlere göç etmek durumunda kaldı kimileri de imkansızlık nedeniyle hala çadırlarda yaşıyor.
Öte yandan büyük bir konut ve barınma krizi de patlak vermiş durumda. Kiralık evler fahiş bedellere çıkarılırken, nedereyse her üç ayda bir de zam görüyor. Kiralarını ödeyemeyen ya da evlerinden zorla atılan insanların sokaklarda çadır açmak zorunda kaldıklarına şahit oluyoruz artık.
AKP iktidarı ise hiçbir sorumluluğunu yerine getirmediği gibi bu büyük travmaların arasında yalnızca TOKİ yapma, yeni projelerini gerçekleştirme derdinde…
Bu bilgiler ışığında depremi, barınma ve konut hakkını, iktidarın ve devletin sorumluluğunu, kentsel dönüşüm mahallelerinde, kent hareketlerinde uzun yıllar çalışan Cihan Uzunçarşılı Baysal ile konuştuk.
- 6 Şubat’taki depremlerde onbinlerce can kaybının yanı sıra hayatta kalanların yaşamı ve hafızası yerle bir oldu. İktidar ve devlet ise hiçbir açıdan üzerine düşeni yapmadı. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Biraz geriye gidersek 2018 seçimleri öncesinde çıkartılan bir imar barışı var. Türkiye, hemen her seçim öncesinde imar afflarını devamlı yaşadı, biz imar afflarını hep gördük. Ancak burada daha öncekilerde görmediğimiz şöyle bir madde vardı: “Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır.” Bu maddeyle çok önemli bir gelişme açığa çıkıyor. Devletin varoluş nedeni diyoruz ya, felsefi ve teorik açıdan baktığımızda devlet neden vardır? Vatandaşının canını, malını korusun diye değil mi? Ama şimdi burada ilk defa devlet diyor ki; ‘ben burada devlet olma işlevimden çekiliyorum, can ve mal güvenliğini koruma sorumluluğunu belirli bir ücret karşılığında sana terk ediyorum, kendinden sen sorumlusun.’ Bunu ne için yapıyor, belli bir birikim, rant sağlamak için yapıyor. Seçimler öncesinde oy kotarmak için bir parmak bal da çalıyor. Ancak, çok acı sonuçlarını depremde yaşadık işte. Yıkılan binaların çoğunun imar barışına girenler olduğu meydana çıktı. Bu maddeyle ilgili bilim insanlarının ve meslek odalarının tüm uyarıları göz ardı edildi. Ne için? Deprem bölgelerinden seslendirilen “Devlet nerede” çığlığının cevabı tam burada. Senin sorunun yanıtı da burada; devlet üzerine düşeni neden yapmadı diyoruz ya, devlet yoktu ki, devlet varoluş nedeninden çekilmişti zaten!
İnşaat ve emlak ekonomisi üzerinden yükselen bir sistemde zaten amaç imar rantı olduğu için, ki biz daha önceki düzenlemelerde de bunu gördük. Mesela mimarlar ve mühendisler odalarının denetleme yetkilerinin ellerinden alınarak denetimin özel bürolara devrinde gördük. Bu düzenleme ile inşaat şirketlerine fırsat sunuldu. Kendi özel şirketlerini kurup kendi kendilerini denetlediler, daha doğrusu mış gibi denetlediler. Biz can ve mal güvenliğini koruma yükümlülüğünden yani varoluş nedeninden çekilen bir devletle karşı karşıyayız. Ayrıca, depremlerin, afetlerin AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğüne inanıyorum. Sur’da da gördük. Afet kapitalizmi sermayenin can suyudur.
- Diyarbakır’daki Sur’dan bahsediyorsunuz değil mi?
Evet, Sur’da da gördük yıkımı. Oradaki iç çatışmayı bahane ederek Sur’un yeniden yapılandırılması, oradaki nüfusların tahliyesi, yerlerinden edilmeleri, oradaki mücadelenin tamamen dağıtılması ve Sur’un turistik bir gösteri merkezine dönüştürülmesini. Bunun bir örneğini şimdi Antakya’da görmeye başlayacağız. En büyük kaygım açıkçası bu ve sanırım böyle olacak. Hani nasıl tahrip ettikleri, yok ettikleri Sur’un tarihi binalarını, o güzelim taş yapılarını hiç olmadık şekilde tiyatro dekoru gibi yoktan var ettiler, turistik bir ‘cennet’ yarattılar, aynı şeyi Antakya’da göreceğiz. Belli başlı anıtsal yapıların turistlere cazibe olsun diye korunduğunu, nüfusların kent merkezinden sürüldüğünü ve buraların üst gelir gruplarına yönelik projelerle açıldığını, yeni bir Antakya yaratıldığını göreceğiz.
- Neler yapılacak, açar mısınız biraz daha?
Literatürde tabula rasa planlama denir. Tabula rasa ‘boş levha’ demek. Afet kapitalizmi tabula rasa planlama üzerinden yükseliyor. New Orleans’ta Katrina fırtınasının ardından sosyal konutlar yıkıldı ve alt gelir grubu nüfuslar yerlerinden edildi. Bu, inşaat sermayesine yeni birikim alanları açılması demekti. Nitekim, oradaki sermaye grupları ‘Biz bunu gerçekleştirmeyi çok istiyorduk, yapamadık ama Tanrı yaptı’ dediler ve sosyal konutların yerlerine lüks inşaatlarını diktiler. AKP açısından bakınca, onlara da afet kapitalizmi fırsatını deprem yarattı. Nasıl ki iç çatışma Sur’a yönelik projelerini gerçekleştirme fırsatını sunduysa, deprem de bölgeyi dümdüz ederek tabula rasa planlamanın önünü açtı. Bölgenin sanki hiçbir geçmişi, kültürü, tarihi, kolektif belleği ve toplumsallığı yokmuş gibi bomboş beyaz bir levha açılarak, tabula rasa planlamayla, sıfırdan ruhsuz bir kent inşa ediliyor, bir gösteri merkezi… Ayrıca başka bir şeyle daha karşılaştık; bu vesileyle yeni yapılacak TOKİ konutları için oradaki çok değerli tarım arazilerinin imara açılacağını görüyoruz. Tayyip Erdoğan, ilk konuşmalarında bundan bahsetmişti… Tarım bölgesi önemli bir bölge 11 il bakımından, oralarda da betonlaşmalar göreceğiz. Öte yandan, tarım ve hayvancılıktan geçinen bölge halkı ne olacak? Surlular gibi onları da göç bekliyor.
- Depremler kendi deyimleriyle iktidara ‘Allahın bir lütfu’ oldu yani.
Tamamen öyle. İnşaat için tarım arazilerine el atmak, birikimi oradan sağlamak ve böylece şu anda batak bir ekonomiyi canlandırmak iktidar açısından çok çok olumlu. Bu projelerin çoğunun el altından yandaş müteahhitlere verildiğini de biliyoruz. Hatırlarsanız Erzurum Kış Olimpiyatları’nda atlama piste çökmüştü, onu yapan müteahhit de bir ihaleyi aldı. Yanı sıra, bu vesileyle TOKİ’ler de ön plana çıkartıldı çünkü deprem bölgesindeki TOKİ’ler yıkılmadı, radya temellerinden dolayı. Bir de tabii depremin merkezinde değillerdi çünkü TOKİ’ler hiçbir zaman kentlerin merkezlerinde inşa edilmiyor, kentlerin çeperlerindeler. Birdenbire ne öne çıktı? TOKİ’lerin ne kadar sağlam olduğu propagandasını duymaya başladık, ilk ağızdan! Kent merkezlerindeki çürük inşaat projelerinden, yıkımlardan sanki hiç sorumlu değilmiş gibi, iktidar ellerini TOKİ’lerle temizleyerek çıktı. Biz bir 40 satır mı 40 katır mı dayatmasıyla karşı karşıya kaldık. Bir alternatif düşünmeden ‘depremden korunmak mı istiyorsun bak TOKİ var.’ Peki bu TOKİ’leri sen nasıl vereceksin bana, borçlandırarak vereceksin. İktidar, zaten depremde birikimini ve her şeyini kaybetmiş insanları, yine aynen kentsel dönüşüm projelerinde gördüğümüz üzere 10-15 sene borçlandıracak, köleleştirecek, kendine bağlayacak. Sistemin yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayacak, hem ekonomik hem toplumsal bağlamda. Ayrıca, TOKİ’ler inşaat projeleridir,yaşam alanı değiller. Kentlerin çeperlerinde olmaları da ayrı sorun. Araştırmacıların ortaya çıkarttıkları konut hakları mağduriyetleri silsilesiyle karşılaşıyoruz.
- Depremler nedeniyle binlerce insan başka kentlere göç etmek zorunda kaldı. Türkiye’de milyonlarca mülteci var ve kiralar fahiş rakamlara çıktı. Nasıl bir tablo ile karşı karşıyayız?
Göç ile gelenler tabii ki ister istemez geldikleri bölgelerde kiralıklar üzerinde baskı oluşturuyor. Mülteciler geldiğinde de özellikle enformal mahalleler, gecekondu mahallelerinde kiralar olmayacak fiyatlara çıktı. Çünkü çok yüksek talep var ve aynı şeyi deprem bölgesinden göçle gelenlerle de yaşayacağız. Burada başka bir mesele de, göç etmek zorunda kalanların başlarını sokabilecekleri yaşamaya elverişli konutlar artık çok pahalı olduğundan, aynen mültecilerde gördüğümüz üzere bu nüfusların dayanıksız, sağlıksız, riskli binalara mahkum olmalarıdır.
Depremzedeleri tekrar yerlerine geri döndürme planlaması da yok; hatta özellikle Antakya üzerinden baktığımızda nüfusları dağıtma, geri döndürmeme politikası olduğunu düşünüyorum. Birleşmiş Milletler’in konut hakkıyla ilgili mekanizmalarında geri dönme hakkından bahsedilir ve devletin bunu sağlamak zorunda olduğu belirtilir. Herhangi bir afet nedeniyle veya savaştı, çatışmaydı, göç etmek zorunda kalıyorsan senin toprağına / mülküne geri dönme hakkın vardır. Devlet de sana yardım etmek zorundadır. Ama biz böyle bir şey görmüyoruz. Ne kadar kişiyi kaybettik depremlerde, net olarak hala bu sayıyı bile bilmiyoruz. Verilen rakamlar kesinlikle doğru değil, 200 bine yakın bir rakam olması lazım, yıkılan konut sayısına baktığımız zaman bu çıkıyor çünkü. Her zamanki gibi yaptım oldu saçmalığı, üstteki akıl her şeye hakim olunca adaletsizlikler ve ihlaller silsilesiyle karşı karşıya kalıyoruz.
- Bu kadar önemli olan barınma hakkı sanki Türkiye’de hiç yokmuş gibi davranılıyor. Muhalefet partilerinin gündeminde de pek görmüyoruz…
Son genel seçimlerde de siyasi partilerin ciddi olarak konut hakkı üzerinden halkı örgütleyecek, konut ve barınma ihlalleri bağlamında nüfusları bir şemsiye altına toplayabilecek herhangi bir girişimini görmedik. Konut hakkı, yaşam açısından son derece önemli ve ayrıca toplumsal ve ideolojik boyutu da olan bir mücadele hattıyken, bu hattın açılmadığını görüyoruz. İkamet politiktir. İkamet sınıfsaldır. Kentin hangi sınıfa ait olduğunu orada ikamet edenler gösterir. Oysa, bu hat solda da açılmadı ve neden açılmadı, sorgulanması gerekir. Sistemin en mağdurları kiracıların da örgütlenemediklerini görmekteyiz.
Biz sadece şunu gördük; yurtlarda barınamayan üniversiteli öğrencilerin, gençlerin isyanını, parklarda kalarak yaptıkları protestoları gördük. Ama parklarda onlar yatarken, ana muhalefetin özellikle sokağa çıkma fobisinden dolayı bu gençlere ciddi bir destek göremedik. Hepsi emekçi çocuğu ancak sendikalardan da destek göremedik. Maalesef barınma hakkı üzerinden bir hat açamadık. Alt ve orta gelir gruplarını ve emekçileri birleştirecek, sınıfsal açıdan çok önemli bir meselenin içindeyiz.
- Son olarak, deprem mağdurları da dahil barınma hakkıyla ilgili sorun yaşayanlar ne yapacak, ne yapmalı?
Yerelde ve çok geniş kesimleri kapsayan bir örgütlenme ve mücadele hattı örülmesi gerekiyor. Deprem görmeden de deprem gibi muamele gören mahalleler var. Tozkoparan, Fikirtepe ve Kirazlıtepe yıkıldı, tıpkı deprem görmüş gibi. Onlar da mağdurlar. Dolayısıyla çok geniş bir hattan bahsediyoruz, yaşamaya elverişli barınma /konut hakkı açısından. Ben mücadelenin belirli bir alandan açılabilecekse, o alanın yaşamaya elverişli konut/ barınma hakkı olabileceğini düşünüyorum. Bu mücadele, evsizleri, kiracıları, engellileri, kadınları, dönüşüm alanlarındaki mahalleleri, öğrencileri, göç edenleri de kapsıyor. Deprem alanındaki insanları kapsıyor. Bu gerçekten çok geniş bir alan ve oradan bir mücadele hattı neden açılmasın? Çok da meşru bir mücadele hattı bu. Çünkü konut hakkı, yaşam hakkı demektir. Evsizlik riski altında olma ihtimali olan ama paraları olmadığı için evlerini tamir edemeyen topluluklar da var. İstanbul’da, birçok yerde insanlar kefenle cüzdan arasına sıkışmış durumda. Onları da kattığımız zaman bu mücadele hattı çok geniş bir nüfusa ulaşıyor.
Galatasaray Cumartesi Anneleri’nin inşa ettiği bir agora
* İktidar sürekli yeni projelerle inşaata yöneliyor. Bu projelerin halkta bir karşılığı var mı?
Galataport mesela, hepimize ait bir kamusal alana çöreklenmiş, özelleştirilmiş bir alan. İlk başta ne dediler; ‘Burası kamusal bir alan, herkes girebilir.’ Ama şu anda güvenlik var. Hani belli başlı AVM’ler vardır ya, kılığınıza, kıyafetinize bakıp öyle içeri alır. Galataport da tamamen öyle. Güvenliği koymasa da görünmez çitleri var. Herkes giremez. Ayrıca para harcamadan orada duramazsınız. Mış gibi bir kamusal alan yarattılar, salt üst gelir gruplarına yönelik. Halkta tabii ki karşılığı yok. Ayrıca, Galataport, gözetim ve denetim altında bir mekan.
Yeni yapılan projelerdeki mekanların kimliğine baktığımızda biz kentin yok edilişini görüyoruz. Seni belli bir kalıba sokuyor, AKP’nin mekan politikalarına da çok uygun, böyle istiyor kenti, düzen, disiplin, gözetleme olsun istiyor ve üst gelir gruplarına yönelik inşa ediyor çünkü birikim orada. Kente içkin olan kaosu, düzensizliği, sürprizleri istemiyor. Kentin çözüldüğü mekanlar inşa ediliyor. Kardeşi Haliçport da sırada!
- İktidar kenti, kentin meydanlarını da halka kapadı. Her yerde polis, bariyer, kontrol var…
Meydanları yok ettiğinde kitleleri yok edersin, bu kadar basit! Otokratik iktidar, demokratik taleplerin, protestoların seslendirilmesini istemiyor. İktidarını sarsacak hiç bir şey istemiyor. Camiyi dikti, kentin ve ülkenin en önemli politik meydanını cami avlusuna çevirdi. Taksim Meydanı’ndan bahsediyorum. Galatasaray Cumartesi Anneleri’nin inşa ettiği bir agoraydı. Onlar senelerce orada seslerini duyurarak hem kendileri için hem de hepimiz için bir siyasi meydan inşa etmişlerdi. Bir sürü basın açıklaması orada yapılırdı, bir sürü yürüyüş ya orada başlar ya da orada biterdi. Ama orayı da bir askeri mekana dönüştürdü, askerileştirdi. Polisler sürekli orada. Akrepler, tomalar, her çeşit askeri araç orada. Meydanlara el atmış durumdalar çünkü korkuyorlar, kitlelerden korkuyorlar.