Yine bir içeriksizlik fırtınasıyla karşı karşıyayız. CHP içinde yürüyen bir tartışmayı izliyoruz. Kılıçdaroğlu büyük felsefi açılımını yaptı. Değişim değil yenilenme yapmaya çalışacakmış. Düşün babam düşün, değişim ne demek, yenilenme ne demek.
Seçim sonuçları da bir yenilgi değil, başarısızlıkmış. Sanki on yıllardır bu kavramlar başucumuzda duruyordu ve çok işlekti ve buna bağlı olarak Kılıçdaroğlu bunları kullanıyor.
En son bir 200 lirayı çıkarıp cebinden bunun sadece 20 simit satın alabildiğini söyledi. Ne muhalefet ama. Son zamlar geri alınsın lütfen, son zamlardan önce ülke mükemmeldi! Tabii ki bu eleştiriyi ondan önce yapmam gereken, bizim cenahtan çok insan var.
İmamoğlu ise daha mükemmel içeriksiz. Hem de onu çok sevimli bulmak zorundayız ve hatta hayran kalmalıyız. Neden hayran kalmalıyız, çünkü adaylık sorusu sorulduğunda “meseleyi bir makam meselesinin çok ötesinde değerlendiriyorum” cevabını verdi. Şu yüce gönüllülüğe bakar mısınız?
Hep sözüm ona “liderlerin” yüce gönüllülük tarzı kişisel özelliklerine hayran olmamız gerekiyor. Hep kişisel özellik dinliyoruz. Asla test edilmesi mümkün olamayan kişisel özellikler. Hepsi çok dürüst, hepsi çok kararlı, hepsi aman aman çok samimi. Liste uzuyor. Memleket işlerine el atmayacağız da sanki Muharrem İnce’nin dediği gibi “sülaleye damat seçiyoruz”.
Neden bu içeriksizlik, laf salatası ve “sülaleye damat seçme” kriterleri devreye giriyor her seferinde?
Siyasetten, gerçek siyasal sorunlardan ve siyasal programdan kaçmak için.
İmamoğlu Oksijen gazetesi için kaleme aldığı yazıda şöyle diyor: “CHP’nin, kuruluş ilkeleri ışığında emeği önceleyerek toplumun gerek örgütlü gerek örgütsüz kesimleriyle güçlü bağlar kurduğu yeni bir teşkilat mimarisini oluşturacak tarihsel birikimi, ideolojik donanımı ve insan kaynağı mevcuttur.”
Gelgelelim daha yazının başında bir değerlendirme yaparken: “Seçim sürecinde gençler, yaşlılar, kadınlar, emekçiler, işsizler, esnaf ve sanatkârlar, iş insanları gibi toplumun her kesimi yeni bir yola çıkma isteğini farklı şekillerde dile getiriyordu.” Görüldüğü gibi İmamoğlu kıyamamış “iş insanlarına” yine, anmadan geçememiş. “Emekçiler” kavramını da hiç de vadettiği gibi “öncelememiş”. Zaten eskiden çok sevdiği başkanı da “emekçiler” demesi gerektiğinde “emekliler” derdi. (Bu arada elbette ki emeklilerin haklarını da ifade etmesi gerekir, sorun asla o değil.)
Daha emekçilerin adını anmak için bile çok tedirgin olan, kılı kırk yaran aslan sosyal demokratlar bunlar.
Tam “kadının adı yok” sorunu gibi, “emekçinin adı dahi yok”.
Emekçinin adı yokken emekçi siyasetinin olabilme ihtimali var mı acaba?
Üstü kapalı olarak liberalizmi savunan akademisyenleri online olarak konuşturunca saatlerce, emekçi siyaseti yapılmış olmuyor.
Emekçi siyaseti “yoksullara şöyle yardım yapacağız, böyle yardım yapacağız” müjdeleri vermekle olmaz. Emekçiler yardım istemiyor, askıda simit istemiyor; anasının ak sütü gibi helal olan ücretini istiyor.
Eğer AKP zihniyetinden kopmak istiyorsan, alengirli sadaka tarzı uygulamalar yerine çık “ne kadar zam oluyorsa, ücretler o kadar arttırılsın” de bakalım.
Madem ülke büyüdü, güçlendi, verimlilik arttı, üretkenlik arttı, teknoloji ilerledi, otomasyon en yüksek seviyeye çıktı ve yapay zeka kullanılmaya başlandı. Bu devasa tarihsel gelişmeden bir ölçü de işçi sınıfı yararlansın ve bir günlük çalışma süresi 6 saat olsun. Ne dersiniz? Buyursun emekçileri önceleyen “aşırı samimi” İmamoğlu bunu dile getirsin.
Yazısında “kamuculuk”tan söz etmiş. Gitsin Akbelen’de “iş insanı” Limak’ın sahiplerine karşı kamunun ormanlarını savunan halkın yanında yer alsın. Jandarmaya “neden böyle yapıyorsunuz?” diye sorsun.
Ama şunu bilsin ki kamuculuğun karşısındakiler “iş insanı” olan özel mülkiyetçilerdir. Onlarla karşı karşıya gelmeden kamuculuk olmaz. Çünkü kamuculuk bir kimlik gibi edinilmez öyle kolaydan. Ancak özel mülkiyet rejimine ve onun “iş insanları”na karşı çatır çatır mücadele ederek oluşturulur. Kamuculuk kimlik değil, siyasal programın bir parçasıdır.
Yazısında “İçinde yaşadığımız zor koşullar birlikte mücadele, ortak akıl ve katılım kadar güçlü liderliği de zorunlu kılıyor.” diyor. Erdoğan’ın hemen ardından, bir de kendisi başlıyor bu “güçlü lider” teranesine. “Güçlü lider” demagojisini bir de o yutturmaya kalkışacak bize. Herhalde yetmedi bize “tek ve güçlü adam rejimi”. Bir İmamoğlu’nun güçlü liderliğini çekmek var kaderde.
Bu arada “güçlendirilmiş parlamento” hedefi buhar olmuş durumda. İmamoğlu bundan hiç söz etmiyor. Anlıyoruz ki güçlendirilmesi gereken artık parlamento değil, sadece kendisi.
Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık ki bir arpa boyu yol gidememişiz.
Laf yine döndü dolaştı güçlü lider, güçlü devlet ve güçlü ülkeye geldi.
Güçlü işçi sınıfı, güçlü toplum, güçlü halk örgütleri diyen yok yine.