Hatıraların insanları ve eşyaları diye bir şey var. Manzarasını ve mekânını ıskalamadan, yeniden düşünmek ihtimali yeniden yaşatıyor onları. Yaşamaktan arta kalan, yaşamış olmanın delili yani. Unutmanın da insanları var ve eşyaları. Manzarası ve mekânı yine kendini gösteriyor o anda. Yeniden yaşamaya toprak atmak gibi başlıyor unutmak. İnsanları ve eşyaları hiç olmamış gibi bir yere ve birilerine gömmek zamanı. Ondan belki, her şeyin üç ömrü var. Yaşamak, hatırlamak ve unutmak.
Gelenler bir şeyler getiriyorlar. Gidenler bir şeyleri götürüyorlar. Gelmeye ramak kala olanlar, gitmeye yaklaşmış olanlar, hep bir yerin ve bir zamanın arafında kalmaya mahkûm edilenler. Cesaret ve esaret burada kendi şeklini, rengini ve acısıyla kahkahasını yankılatıyor. Ambiyansını ve aynasını insan hep kendisiyle beraber taşıyor.
Yokluğun var ettiği ne çok şey var. Görünenin hüznü, görülmeyenin azabı, her birinin kendine göre ağırlığı varken, gamı ve kederi durmadan kendini yokluyor. Aman aman eksik bir acı kalmasın, çekilmeyen hiçbir dert kalmasın aceleciliği, insanı bir kıyıya sürüklüyor. Çevre nedir, merkez nerede kaldı, bu matematik neden hayata yabancı, şu felsefe dünyada neden yaşamıyor, diye diye uğradığımız erozyon, çöktüğümüz kendimiz, hepsine bir bakış yetiyor. Nihayetinde insan ve bir insan bir an ile bir hayatı cennete de cehenneme de çevirebiliyor.
Bir şarkının bir nakaratıyla insan başka bir şeyin farkına varabiliyor. Onca yaşanmışlık, onca hayal, bir tını ile yerle yeksan olabiliyor. Olabiliyor çünkü her şey kendisinden daha büyük bir kaosu taşıyor. Bir de daha fena, daha felaket, daha rezalet bir anın gebesiyken insan, kolladığı bir hayatı kalbinden vurabiliyor. Eylem, davranış, hissediş insanı her yere götürüp kaybedebiliyor.
Olasılıkların her an yüz yüze gelebilmesi, bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyin bir gün başımıza gelebilmesi; işte dünya bu, yaşamak bu kadar. Birinde her şey temize çekilir, birinde her şey çelişkilere götürür. İnsan ve dünya bu yüzden birbirine benzer ve ömrümüzü de kendine benzetir. Herkes kötü çekilmiş bir filmin kahramanı, kötü söylenmiş bir türkünün ritmi oluyor.
Anlamından çalınmış bilgiler, sorulardan kaçırılmış cevaplar bizi bir yere götürmedi. Kaldığımız yer, kaçındığımız yerler kuşatıp bir hengamenin içine sıkıştırdı bizi. Derdimiz evrildi, öfkemiz asimile edildi. Her birine izahatlar, sonra tezahüratlar dizildi. Bir sonraki adım övgü ile başlayıp sövgü ile anılacak. İnsan yerinde durmayan değil, yerini değiştiren diye anılmakla iftihar ediyor artık.
Hislerin yol haritası, histerinin her şeye musallat olması, hissizliğin uyuşturması peş peşe geliyor. Sırasını beklemeden oyunu bozan bir rol gibi her biri. Mayın tarlası adeta, her adımda bir hayati ve ölümcül sır saklı. Bundandır, savaş nerede vuku buluyorsa yankısı içimizde kendini dışavuruyor. Cinnet ve edep, hayret ve sükûnet birer mayın misali patlar herhangi bir anımızda.
Yakalandık bir kere, aşka, huzura, mutluluğa, sefalete, kedere ve hüzne. Bundan sonra bizi ne paklar, ne aklar? Her birinin hücresinde volta atmakla, teşrif etmenin cüretiyle sınanmak karşılar. Buraya kadar böyle geldik, öyle kaldık. Bize yan yana gelmiş bir öfke, tarihi yeniden yazacak bir hikâye lazım. Yaşamak, hatırlamak ve unutmak, böyle bir geometrinin yeniden keşfi ile mazhar olunur. Olalım ve bize derman olan dünyanın yaşayanı olalım.
Yettik ve yetişeceğiz diye bir dua, bir de inat koyalım bundan sonraki adımlarımıza. Hürmet ve itaat haysiyetten uzaktadır, uzak dursun.
Haftanın kitap önerisi: Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu / Çeviren: Haluk Barışcan, Metis Yayınları