Piyasacı liberalizmin küstah zaferi çağına da içinden geçtiğimiz liberalizm sonrası fetret devrine de layıkıyla intibak edebilen siyasal iktidar, tarihinin belki de en derin bunalımıyla karşı karşıya. Siyasal güç ve meşruiyeti istikrarlı bir toplumsal çoğunluğu temsil etme iddiasına dayanan otokratik rejimin yoksulluğu yönetme kapasitesinin ister istemez yara alacağı, 24 Haziran seçimlerinde görünür olan ağır çekim erozyonunun iktisadi kriz koşullarında süratleneceği bir döneme giriyoruz.
Krizin etkilerini zamana yayma, krizin sorumluluğunu harici ve dahili bedhahlara havale etme, hatta krizin varlığını inkâr etme hep zaman kazanmaya, olası erozyonun temposunu minimal düzeyde tutmaya dönük taktik hamleler. Ana akım muhalefetin mevcut dağınıklığı nedeniyle de şimdilik cürmünden çok yakan hamleler. İktidar günü kurtarmak, müzik devam ettikçe de dansa devam etmek istiyor istemesine de dans pisti giderek küçülüyor. Kriz iktidarın en maharetli olduğu cephede, yani sahip olanlarla olmayanları aynı anda bir biçimde memnun hissettirebilme olanaklarını giderek sınırlıyor. Erdoğanizmin alamet-i farikası neoliberal popülizmin sürdürülebilme imkânları kısıtlanırken lafla (zabıta marifetliyle ihtikâr karşıtı kampanyayla) durumu idare edip peynir gemisini yürütmek giderek zorlaşıyor.
Bu durum, krizin iktidarı eninde sonunda köşeye sıkıştıracağına ya da iktidarın piyasalarca terbiye edileceğine dair bir siyasal otomatizm savunusu anlamına gelmiyor. Tersine, toplumsal tabanının istikrarsızlaşması, muhtemelen siyasal iktidarın daha da agresifleşmesine, üstelik o tabanın sert çekirdeğinin daha da sıkılaşmasına/radikalleşmesine neden olacaktır. “Sağa doğru radikalleşme” diye tanımlayabileceğimiz bu süreç, alttakilerin kolektif çıkarlarını savunmaya dönük bir karşı çıkışın mevcut olmadığı koşullarda, siyasal yelpazenin neredeyse tamamını tesiri altına alacaktır. İyi Parti’nin MHP ile “ülkücülük yarıştırması” da CHP’de “sağın dilini kullanan söylem ve politikalar geliştirilmesi” tartışmaları da bu dinamiğin daha şimdiden işlemekte olduğunun işaretleridir.
İşçi sınıfının muhtelif sektörlerinin en acil çıkarlarını korumaya odaklı bir birleşik özsavunma hareketinin inşası, yukarıda anılan felaket senaryosuna takoz koyabilecek tek gerçekçi alternatiftir. Bu koşullarda solun (kendine devrimci, sosyalist, radikal sıfatlarını yakıştıran solun) seçim spekülasyonlarına dalma lüksü yoktur; seçim çevrimlerine dayalı bir siyaset etme biçim ve ritminin o sıfatlara layık olmak isteyecek sol için raf ömrü çoktan dolmuştur. Her siyasal çevrenin krize dair kendi kendine küçük çalışmasını yapıp kendi kendine söz söylüyor oluşuysa karşı karşıya olunan tehlikenin ebatlarının şimdilik idrak edilemediğinin göstergesidir.
İşçi sınıfının dikkate değer bir azınlığı nezdinde görünür, tanınır ve giderek güvenilir olan bir birleşik özsavunma hareketinin müdahalesi, siyasetin büyük sahnesinin spot ışıkları altında hemen çarpıcı değişikliklere yol açmayacaktır elbette. Ancak toplumsal güç dengelerinde yarın sarsıcı olabilecek dönüşümlerin temelleri de ancak bu şekilde, yani emekçilerin daha mücadeleci bir kesiminin harekete geçebileceği mecraların inşasıyla atılabilir. İşçilerin ekonomik ve sosyal çıkarlarının savunusunu bugün olduğu haliyle sendikal harekete havale eden bir sol en vahiminden “ekonomizm” yapmış olacaktır. Böyle bir tutum, gerçekleşecek emekçi direnişlerini şimdiden yalıtılmaya, yalnızlaştırılmaya ve bastırılmaya ya da soğurulmaya açık hale getirilmesi anlamını taşıyacaktır.
Emeğiyle geçinenlerin somut, maddi ve yaşamsal çıkarlarını esas alan ve sınıf bağımsızlığını, sınıf tarafgirliğini savunan bir birleşik savunma zemini, mevcut sosyal güç dengelerinde şimdilik sınırlı ama anlamlı değişimleri tetikleyebilir. İktidarın ayağının altındaki sınıfsal tektonik plakalarda küçük de olsa sarsılmalar daha şimdiden duyulur olmaya başlamıştır. Gözümüz de kulağımız da emeğimiz de o derinliğe yönelmelidir…