Burjuva iktidar cephesi seçimler sonrasında çok yönlü bir taarruza geçmiş durumda. Bir taraftan TL’deki değersizleşmenin şimdiye kadar yastıklanarak belli bir düzeyde tutulması politikasına son verilerek gerçek karşılığına doğru ilerlemesine yol veriliyor. Kurdaki oynaklığı takip etmek/kestirmek güç artık.
Ekonominin dümenine oturtulan Mehmet Şimşek, Erdoğan ve kabinenin belli başlı isimleri Körfez ülkelerinde adeta para dilenmekte, TL’deki değersizleşmeyi elde kalan varlıkların, işletmelerin satışını özendirecek bir enstrüman olarak kullanmakta. Erdoğan’ın “biz hangi assetleri satacağımızı biliriz” sözleri sözkonusu ziyaretin bir çerçi gibi elde kalan “assetlerin” pazarlanması için organize edildiğini açık itirafı zaten.
Memura-emekliye yapılmış gibi görünen ücret “artışı” oyununun nasıl bir sinsilikle tasarlandığını anlatmaya gerek yok: Seyyanen zam, iyileştirme, ek ödeme adı altında kök ücret/aylık/maaşlara yansıtılmayan ve verildiği gibi ek zamlar, vergi artışlarıyla geri alınan, tazminat haklarının tabanını alta çeken bir üç kağıtçılık!
İşçi ve emekçileri hedef alan ÖTV artışlarının sağanak gibi yağan zamların şiddetini nasıl arttırdığını ve bunun daha yolun başı olduğunu süreçleri takip eden herkes az çok biliyor.
Tüm bunlar olurken iktidar cephesi seçime odaklı “yenilgi” psikolojisinin daha da derinleşmesi ve büyük bir umutsuzluk halinde kronikleşmesi için basın açıklamaları konusunda bile önceki saldırganlığını aratacak bir denetim-kontrol siyaseti izliyor. Cumartesi Anneleri’nden Suruç anmasına kadar sokak inisiyatifinde gedik açabilecek, moral çöküntünün aşılmasında yön tayin edebilecek her kıpırdamaya-duruşa karşı sınırsız bir saldırganlık kuşanıyor.
Diğer taraftan yoksulluğun dibe doğru derinleşeceği ve bunun iktidar partisinin tabanını da saracak bir rahatsızlığa dönüşeceği açık gerçeğine karşı çeşitli “önlemlerin” hazırlığının da yapıldığı anlaşılıyor. İktidar medyasına yansıyan haberlerden anlıyoruz ki deprem önlemleri adı altında yoksulluk ve işsizliğin taşraya taşınması gibi zihni sinir projeler üzerinde çalışılıyor.
“İstanbul depremi önlemleri” kapsamında tartışıldığını söylese de bu proje, yaz aylarını memleketlerinde geçiren emeklilerin oraya temelli yerleşmesi için elektrikten suya, nakdi desteğe kadar pek çok özendirici teşvik içeriyormuş! Ki proje sadece emeklileri değil, İstanbul’da iş bulamayan ya da yaşamak istemeyen gençleri de kapsamına alıyormuş.
Esasında taşrada yaşamanın nispeten daha “ucuz” olduğu, eş-dost desteği, küçük çaplı tarımsal üretimin sağlayacağı beslenme olanaklarıyla yoksulluğun öldürücü etkilerinin en aza indirilebileceğinin hesaplandığı anlaşılıyor. Her konuda olduğu gibi veriyorum derken daha fazlasını alan bir oyun daha… Şöyle ki, emekli aylıklarında artışa gitmek, kentleri depreme hazırlamak, işsizlik sorununa çözüm üretmek gibi kalıcı önlemler almak yerine karabasana dönüşeceği anlaşılan yoksullaşmanın yaratacağı toplumsal yıkımı, öfkeyi parçalayıp taşraya dağıtarak hafifletmek!
Diğer taraftan şu anda gaza basılarak giden saldırı sürecinin iktidarın ekonomik-siyasi-kültürel olarak büyük anlamlar yüklediği, önemli hegemonya araçları olarak gördüğü yerel seçimlere birkaç ay kalaya kadar böyle devam edeceği anlaşılıyor. Erdoğan’ın faiz artırımının yüzde 22’ye kadar çıkarılmasına yerel seçimlere aylar kala yeniden indirilmesi koşuluyla izin verdiği bilgisi seçimlere birkaç ay kala kitlelerde yanılsama yaratacak şekilde yeniden firene basılacağı anlamına geliyor. Birkaç ay kala bir kez daha düşük faizli kredi politikasıyla emekçilerin sıktıkları kemerlerinin geleceklerinden yiyerek bir nebze genişletme yoluna başvurulacağı, ama ondan sorasının tufan olduğu anlaşılıyor.
Kısacası her açıdan “Şimdiye kadar yaşadığımız fragmandı asıl film şimdi başlıyor” denilmesini hak eden bir süreç. Bu böyleyken siyasal cephede olup bitenler iktidarın işini adeta kolaylaştırıyor. Devrimci-demokrat-yurtsever cenah aslında yıllardır yaşanan çözülmenin seçim sonuçlarıyla birlikte ayan beyan hale gelmesinin şokunu atlatabilmiş değil. Günlerdir seçim sonuçlarına endekslenmiş bir “yenilgi” tartışması yürüyor. Bazı kesimler kendilerini bunun dışında tutarak “biz demiştik” derken bazıları meseleyi tek başına seçim süreci ve sonuçlarına indirgeyen bir sığlıkla ele alıyor.
Oysaki sistemin ve siyasi iktidarının alabildiğine zayıfladığı, saldırı ve daha fazla saldırı dışında bir seçeneğinin kalmadığı bu günlerde yıllardır yaşadığımız tasfiyecilikle keskin bir kopuşa gitmek hepimiz açısından en başta güven verici dönemsel bir program ve onun ışığında yürütülecek ısrarlı, yaratıcı ve atak bir pratiği zorunlu kılıyor. Yıllardır şu ya da bu şekilde CHP’nin belirleyen olduğu, “solun” önemli bölüklerini de yörüngesine çektiği bir nitelik kazanan ideolojik-siyasi tasfiyeciliğin şimdi de yerel seçimler gündemine eklemlenecek şekilde daha fazla derinleşmesine izin vermeden yönümüzü tarihimize, birikimlerimize, yaşanan toplumsal dönüşüm ve farklılaşmalarla bu birikimin sentezlendiği devrimci bir kopuşa dönmeliyiz.
Dizeleriyle ölümsüzleşen kavganın şairi Adnan Yücel’in ölümünün 21. Yılında ona o dizeleri yazdıran devrimci atmosferi yaratacak, yeni kavga dizelerimizi bunun içinden damıtacak bir silkelenmeye…