Demokrasi ve özgürlükler için bu kadar bedel ödeyen bir halkın taleplerini destekleyen her kesim, eğer samimi iseler en önce Sayın Öcalan’a uygulanan bu ağır tecrit koşullarına ses çıkarmak zorundadır
*Gürkan İstekli
“Biz, hiç kimsenin adını bile anmaya cesaret edemediği bir ülkenin ve halkın yurtseverliğini yaptık. O bayrağı yükselttik.”
Belki de Kürdistan tarihinin on binlerce yıllık özeti, yukarıdaki tek cümledir. Onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış, binlerce savaş görmüş, insanlığın bütün ilklerinin yaşandığı bir coğrafyanın ‘yurtseverliğini’ yapmak elbette ki hiç kolay olmayacaktır. Bunun ağır bedelleri olacaktır. Bu ağır bedeller yüzyıllar boyunca ödendi ve halen de ödenmeye devam ediliyor. Kürdistan yurtseverliğinin öyle ağır bedelleri vardı ki, en basiti canını vermekti. Nitekim bu uğurda yüzbinlerce insan canını da verdi. Tarihin her dönemine şahitlik eden, bizzat öznesi olan Kürdistan, hemen hemen bütün tarihi kişilikleri, karakterleri görmüştür. Sahip olduğu verimli topraklar, nehirler onu işgal edilmeyi bekleyen bir lokmaya çevirmiştir. Ancak bu lokma Büyük İskender’in boğazında kaldığı gibi, bugün de Türkiye, İran, Irak, Suriye ve daha gözü olan pek çok ülkenin boğazında kalmıştır. Böylesi çok eski tarihlerden kısaca başlayıp günümüze doğru gelirken, Kürdistan ülkesi de tarih boyunca dünya sahnesinde yer almak istemiş, bunun için savaşlar vermiş ve trajik savaşların kurbanı olmuştur. Birinci emperyalist bölüşüm savaşında hilelerle, oyunlarla saf dışı bırakılmış, katliamdan geçirilmiş ve dünya haritasında bir yer bulmasına izin verilmemiştir. 2. Dünya Savaşı’na gelindiğinde ise artık çoktan paramparça bir ülkeye dönüştürülmüş, adı tarih sahnesinden silinmiş, neredeyse bütün varlığı ile bir soykırım yaşamıştır. Kürt de yoktur, Kürdistan da yoktur artık! Ama on binlerce yıllık canlı hücreler hala varlığını korumaktaydı ve Kürt halkının, Kürdistan ülkesinin tüm dünyadaki ‘medeni’ ülkeler gibi dünya üzerinde bir statüsünün olması, haklarını alması ve özgürce yaşaması gerektiğini haykırıyordu. İşte Kürdistan Özgürlük Mücadelesi böylesi bir kıvılcımdan doğdu, büyüdü ve ölmediğini yeniden haykırdı.
Sanıyorum bir tecrit yazısı için uzun bir giriş oldu bu. Ancak bu yazının konusu ‘Neden Tecrit’ sorusudur. Bu sorunun cevabını hukuk kurallarıyla açıklamak zor. Zira ne ulusal ne uluslararası hiçbir hukuk kuralı ile açıklanamaz bir boyuta geldi tecrit. Bu sorunun cevabı sadece güncel gelişmelerle de değil, tarihsel akışla açıklanabilir. Çünkü Sayın Öcalan’ın dediği gibi; “tarih günümüzde gizlidir ve biz tarihin başlangıcında gizliyiz”. İşte biz tarihi çözümleyip kavrayabildiğimiz oranda günümüzü de kavrayabiliriz. Kürdistan yurtseverliğini ve mücadelesini 50 yıl önce yeniden diriltip başlatan sayın Öcalan’ın rolü ve misyonu da bu tarihin içinde gizlidir. Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin başlangıç felsefesi olan ‘Kürdistan’a özgürlük, halklara eşitlik’ şiarı son elli yılda akla hayale sığmayacak yöntemlerle bastırılmaya çalışıldı. Tek tek saymaya gerek olmaksızın, binlerce fail-i meçhul, yakılan binlerce köy, milyonlarca tutuklama, sürgün, zorla göçertme, kentleri yakıp yıkma örnekleri devletin Kürt halkına karşı verdiği acımasız yok etme savaşının sadece ilk akla gelenleridir. Devlet tüm bu savaşı verirken bir yandan da psikolojik harbin en ala örneklerini sergilemekten hiç geri durmadı. Sayın Öcalan’ın esareti ile birlikte bu psikolojik harp artık tavan yapmaya başladı ve korkunç bir irade savaşına dönüştü yaşananlar.
Sayın Öcalan’ın 1999’da korsanca ve uluslararası, evrensel hukukun ayaklar altına alınarak kaçırılmasıyla beraber, özel savaş kurumuna yeni bir masa eklendi. Bu masanın adı TECRİT. Özel savaş, Kürdistan ve dahi alanlardan İmralı tabutluğuna da taşınmış oldu. Denenen bütün yöntemlere rağmen özgürlük mücadelesini geriletemeyen devlet, Sayın Öcalan’a ağır tecrit koşulları uygulayarak Kürt soykırımını başarıya ulaştırmaya çalışmaktadır. ‘Neden tecrit’ sorusunun cevabını bulmak için hem tarihsel gelişmeleri iyi okumak, hem de Sayın Öcalan’ın Kürdistan, Orta Doğu ve dünyadaki rolünü iyi kavramak gerekmektedir. Başta da belirttiğimiz gibi Sayın Öcalan, adı dahi anılmaya cesaret edilmeyen bir ülkenin yurtseverliğini ve liderliğini yapmıştır. Bu bile Sayın Öcalan’a uygulanan tecridin açıklaması için yeterlidir. Ancak bununla sınırlı değildir elbette. Sayın Öcalan artık bir birey olmaktan çıkmış, bir ideoloji, önderlik ve sistem halini almıştır. Demokratik ulus paradigması Kürdistan işgalcilerini korkuya boğmuş durumda. Zira bu paradigma dünyanın pek çok yerinde ciddi anlamda değer görmekte ve ezilen, sömürülen tüm uluslara ilham kaynağı olmaktadır. Çok uzağa gitmeye gerek kalmadan, Rojava Özerk Yönetimi bu paradigmanın ilk yaşamsal halidir. Hatırlanacağı üzere Rojava’da Özerk Yönetim’in ilanı sonrası DAİŞ eliyle Kürt halkına bir soykırım girişiminde bulunulmuş, DAİŞ’in yenilgisi üzerine Türkiye devleti bizzat devreye girmiş, Efrin, Serkekaniye ve Gre Spi’yi işgal etmiş, Rojava Özerk Yönetimi’ni sonlandırmak istemiştir. Tüm bu gelişmeler Kürt halkının, Kürdistan’ın statü talebine bir saldırı olduğu gibi, Sayın Öcalan’ın temsil ettiği değerlere, ideolojiye ve misyona da saldırıdır.
2013’ün başlarında başlayan ve adına ‘çözüm süreci’ denilen süreçte devletin çok net gördüğü bir gerçeği öğrenmiş olduk; savaşın olmadığı bir iklimde Sayın Öcalan’ın fikirleri anlaşılıyor ve toplum tarafından da kabul görüyor. En basit haliyle bunu / Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin aldığı oy oranı bile ispat ediyor. Zira HDP, doğrudan tüzüğünde yer aldığı tanımıyla tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği, demokratik halk iktidarını hedefleyen bir siyasi partidir. Yani demokratik modernite paradigması üzerine inşa edilmiş bir partidir. Ancak devlet bu gelişmeyi yakından takip etmiş, 2014 MGK’sında adına ‘çöktürme planı’ dedikleri süreci devreye sokmuş, 2015’e gelindiğinde ise çözüm sürecini sonlandırmıştır. Yüzünü yeniden fiziki, kültürel, siyasi soykırım operasyonlarına dönen devlet, binlerce insanı tutuklamış, binlercesini katletmiş, onlarca Kürdistan şehrini yerle bir etmiştir. İşte tam da bu süreçte Sayın Öcalan’a 1999’dan beridir dönem dönem uyguladığı tecridi en üst seviyeye çıkarmıştır. Son 8 yılda Sayın Öcalan’dan bir iki kez hariç neredeyse hiç haber alınamamış, 28 ayı aşkındır da tek bir bilgi kırıntısına dahi ulaşılamamıştır. Sayın Öcalan çok ciddi bir tehlike ve risk altındadır. Onunla birlikte Kürt halkı ve özgürlük uğruna mücadele eden tüm ezilenlerin umutları da tehlike ve risk altındadır. Bu gerçeği kavramadan Sayın Öcalan’a uygulanan tecridi kavramak mümkün değildir.
Bugün bir ada hapishanesinde tecrit altında tutulan Sayın Öcalan gerçekliğinin dünyanın hiçbir döneminde bir örneği yoktur. Nelson Mandela 27 yıl boyunca tutsak kaldığı hiçbir dönemde bu denli bir tecride maruz kalmadı. Benzer bir şekilde uzun süre Robben Adası’nda tutsaktı. Yine Uruguay devlet başkanı Jose Mujica, Uruguay’ın 1970’lerde başladığı ulusal bağımsızlık mücadelesinde 12 yıllık ağır hapis koşullarında bile bunları yaşamadı. Yani hiçbir ulus-devlet kendi hukukunu bu denli ayaklar altına almadı. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama durumu kavramak açısından en iyi örnek Guantanamo örneğidir. Guantanamo’yu duymayan, bilmeyen yoktur. Sayın Öcalan İmralı ada hapishanesini ’proto-Guantanamo’ olarak tanımlarken, aynı zamanda bir ‘tabutluk’ olduğunu söyler -ki özgürlük uğruna canını veren Kürt gençlerinin kemiklerine bir tabutu çok görüp, kargo paketi ile yollayan çıplak bir vahşet iklimindeyiz-.
Lozan’ın 100. yılında, nasıl ki 100 yıl önce Kürdistan ülkesini dört parçaya ayırıp önderlerini meydanlarda astılarsa, bugün de Kürt halkını soykırım süzgecinden geçirip Önderliksiz bırakmak istiyorlar. Bunu da tecrit yoluyla yapıyorlar. 1925’te Dağkapı meydanında darağacına yollanan Şeyh Said neyse, bugün İmralı kayalıklarına zincirlenen Öcalan da odur. Diyalektik ve tarih bize bunu çok açıkça söyler. 29 Haziran’da idam edilen Şeyh Said ile 29 Haziran’da idam cezası verilen Öcalan aynı kişidir. O gün idam edilen Kürt halkının özgürlük talebi ve umuduydu. Bugün de tecrit altında tutulan Kürt halkının statü, eşitlik ve özgürlük talebidir. Emperyalist devletler o gün Lozan ile Kürdistan’ı paramparça ederken, bugün Kürdistan’ın özgürlük mücadelesinin birleşmesi, demokrasi ve insan haklarının tesisi olmasın diye Sayın Öcalan’ı tecrit altına almıştır. Sözün özüne gelecek olursak; Sayın Öcalan’a uygulanan tecrit, Kürt halkına ve onun haklarına, taleplerine uygulanan bir tecrittir. Demokrasi ve özgürlükler için bu kadar bedel ödeyen bir halkın taleplerini destekleyen her kesim, eğer samimi iseler en önce Sayın Öcalan’a uygulanan bu ağır tecrit koşullarına ses çıkarmak zorundadır. Bugün Türkiye’de insan olmanın, demokrat olmanın, sosyalist olmanın, yurtsever, komünist, sosyal demokrat olmanın turnusolü Sayın Öcalan’dır. Bu tecride, bu ağır insan hakları ihlaline, bu yaşam hakkına yönelen hukuksuzluğa ses çıkarmayan, tavır koymayan, tepki göstermeyen herkes alenen işlenen bu suçun ortağıdır, Kürt halkının dostu da, yoldaşı da değildir!
*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) İstanbul Şube Eşbaşkanı
*Tecrit hakkında konuşmanın suç sayılmaya çalışıldığı bu zamanlarda, ÖHD olarak haftalık yazı yayımladığımız Savunmanın Sözü köşesinde tecrit serisi oluşturmaya karar verdik. “Tecridin Anatomisi” serinin dördüncü yazısıdır.