Başlangıçlarla daraldık, uydurduklarımızla kılavuz aradık. Bizi bizden başkası da biliyordur diye, tüm bildiklerimizi görmediğimiz bir yere gömdük. Suçlar ve cezalar, sevaplar ve günahlar ardı ardına çıkıp kuşattı bizi. İnsan böyle bir şey, ne yapıp etse kendini kıskaca alır. İyilik de yapsa bir duvar, kötülük de yapsa bir çukur koyar yoluna.
Tenhalaşmaya başladık ve bunu sevdik. İzbe yokuşlar, varoluşsal sancılar yoklayıp durdu. Çıkmaz sokaklara dadandık, belki bir kapı bulunur diye. Olmadı, geri döndük. Zaten geri dönmeler yolu açan yollardır bazen. İşte bir ihtimal deyip sarılmak, onunla sınanmak da bir yol. Nihayetinde haritamız yoktu, hâlâ da meçhul bir yerde bizi çağırdığını sandığımız bir yerdeyiz.
Zamanın ve mekanın müstehcen varlığı herkesi toplayıp aynı yere sürüklüyor, belki de sürgün ediyor. Zaten hasret dediğimiz unuttuğumuz bir yeri çağırıyor. Biz gidiyoruz, gidiyoruz ama varamıyoruz. Gitmeyi çare olarak gördüğümüzden beri hep bir şeylerin bir yerinde dolanıyoruz.
Hayret etmenin imtiyazı artık küçümseniyor, böyle bir çağın yaşayanı olmak derdinin kederinde debeleniyoruz. Bir tek haysiyet kaldı elimizde ama onu da nerede saklayacağımızı bilmiyor, neyden sakınacağımızı kestiremiyoruz. Hayat biraz da kendi kendine yol açmakla tebelleş olduğundan, kaosun adını da adımını da tahmin edemiyoruz. Cesaret çünkü her çağın efsanesi, sadece buraya uğramadığı telaşıyla tutuşuyoruz.
Yanılma payı, yadsıma hakkı, yanaşmama özgürlüğü, yanma mecburiyeti ıssız bir çöle vardırıyor. Orada özgürlük ve onun günahı ile hazzı arasında bir sarkaçtayız. İnsan baktığına kör olur ya, okyanusta bir gelgitteyiz belki de. Şu sıralar kimse nerede olduğunu ve nerede kaldığını, bir de nereye gideceğini bilememenin hüsranıyla yalnız.
Ayıplar çıkardık orta yere, oyuncuların ve seyircilerin dahi olduğu, herkesin payını aldığı bir oyun. Arada hikayeler uydurduk, tabular kurduk. Nereden nereye gideceğini belirleyen haritalar. Bir de nerede kaybolacağını en başta bilen eski yolların kıyameti. Çaresizlikten bunalıp çarelere bulandık ki bir yerlerin adı ve şanı olsun. Olmadı, kaybolacağımız bir yere yol demişiz ve yolcusu olmuşuz. Kendimizi orada, öyle bir halde yakaladık.
Zamansız heveslerin girdabında, cevapsız soruların sorgusunda yana yakıla kendimize döndük. Evet, gitmekti bu ama asla varmak değildi, olamadı. Özlediğimiz bir dünyanın rüyasındayken, hem de en güzel yerinde uyandığımız bu yaşamak birdenbire kabus oluveriyor. Hayat ve gerçek üstümüze üstümüze gelip bizi kendi uçurumlarımızdan aşağıya yuvarlıyor.
İnsanın aynası olduğu kadar hayalleri var, cenneti var, ütopyası var. Yani insanın içinde korlar, korkular ve korkunçluklar var. Kabahat gibi yaşamak, mecburmuş gibi yadsımak, sıradanlaşmış bir firar hep yanı başımızda bizi dürtmek için var. İnsan bu kadar ‘var’ ile ‘ol’ arasında sıkışmış hatta nefessiz kalmıştır. Evet, yaşamak ölmeyi kabul etmekle başlıyor.
Hile ile kuşatılmış her yer. Ondan olacak, yer edinmek, yer değiştirmek, yerleşmek her gün daha da uzaklaşıyor. Ev üzerine birçok imge ve övgü ve sövgü dizildi, hepsinden vazgeçtik. İnsanın evi yoktur gerçeğine musallat olmak değil, inanmak çağındayız. Çağrılmadığımız bu yere herkesler hoş geldi, hoş gitmek zorunda değil.
Haftanın kitap önerisi: Fırat Can, Umuda Bir Ülke / Aryen Yayınları