Dünyanın hiçbir yerinde eylemsiz bir demokrasi ne gelişmiştir ne de vardır. Eylemin olmadığı yerde, ya gerçek anlamda bir totalitarizm vardır ya da devletin hak gaspını hukuksuzluk olarak görmeme vardır
Herdem Fırat
Türkiye açısından demokrasi söz konusu olduğunda iki boyutlu bir handikapla karşılaşıyoruz. Birincisi devletin demokrasiye yaklaşımı iken, diğeri de sivil toplumun yaklaşımıdır. Her ikisi de demokrasiyi en önemli işlevinden yoksun bırakmayı doğuruyor.
Vizontele filminde geçen bir replikte, komutan, “Sosyalizm getireceklermiş, sosyalizm iyi bir şey olsa devlet getirmez mi?” diye gençlerin eylemleri için serzenişte bulunuyor. Karşısındaki de “Devlet iyi olan her şeyi getirir mi?” diye soruyor. “Pahalı bir şey değilse getirir” diyor komutan. Aslında bu replik Türkiye demokrasinin bir özetidir. Bir şey gerekliyse devlet yerine getirir, bunun için istemeye gerek yok.
Devlet açısından demokrasi, salt seçime indirgenmiş. Seçim sistemini de iktidardaki devletçi partinin istediği gibi hareket edeceği bir yasallıklar boşluğu ile doldurmuş. Türkiye’nin seçim kurumunu iktidarın belirlediği kişiler yönetiyor. Türkiye demokrasisi eylemsiz bir demokrasidir. ‘Eylemsizlik’i yasalar ve mevzuatlarla güvence altına almış. Anayasanın düşünce ve toplanma özgürlüğü çeşitli genelge ve yönetmeliklerle aslında düşünmeme ve toplanmama yasasına dönüşmüş durumda. Kürdistan’ın kimi illerinde yıllardır valiliklerin kararlarıyla ‘toplanma ve gösteri’ yasakları ilan ediliyor. Belki bazı valilerin yaklaşımlarıdır denilebilir ama onca valinin değişmesine rağmen yasak halen olduğu yerde duruyor. Bu da demek oluyor ki, bu yasaklama devletin kararıdır.
Aynı biçimde nerdeyse 1000 haftadır Galatasaray Lisesi önünde toplanan Cumartesi Anneleri için de geçerlidir. Anayasa Mahkemesi, eylemlerinin yasaklamasını hukuka aykırı bulmasına rağmen her hafta onlarca anne apar topar gözaltına alınıp, polis araçlarıyla karakola götürülüyorlar. Aslında illerdeki toplanma ve gösteri yasakları da Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüş ve mahkeme yasağın yasaya aykırı olduğuna hükmetmiş ancak bir şey değişmedi. Devlet bir şekilde yasal hale getirdiği demokratik bir hakkı başka bir şekilde yasaklıyor.
Demokrasiyi eylemsiz bırakmada nasıl hareket edeceği konusunda devlet mekanizması uzman olmuş. En üst kolluk amirinden en küçük kolluk personeline kadar, en üst idare amirinden en alt idare amirine kadar devletin tüm personeli adeta eylemsiz bir demokrasi için eğitilmiş durumda. Aslında eğitilmeye gerek yok. Çünkü devletin kuruluş-kurgulanma biçimi ve devamını sağlama kodları bu eylemsiz-simulark demokrasiyi bir bilince dönüştürmüş durumda. Devlet bilinci demek, eylem karşıtı olmak ile eşdeğerdir. Polisin Adalet Nöbeti tutan annelere saldırısı, kaybedilen yakınlarının bulunmasını isteyen anneleri coplayan bir polisin tavrı, fevri değil devletçi bilincin ona yaptırdığı devletçe ‘olması gereken’ davranıştır. Her türlü ahlaki ve vicdandan yoksun yaklaşımının onun için bir sorun teşkil etmeyeceğine dair inancıdır ona o davranışı yaptıran.
‘Eylem’ ve ‘gösteri’ kerimelerinden nefret eden bir bilinç var. Bunlara bir de ‘örgüt-örgütleme’ kelimelerini de eklemek gerek. Bu kavramlara karşı alerjisi olan bir demokrasidir Türkiye’nin demokrasisi.
İkinci yaklaşım da sivil toplumun demokrasi yaklaşımıdır. Türkiye’nin en büyük siyasi partileri, sendikaları, dernekleri, vakıfları ‘eylemsiz demokrasi’ye inanıyorlar. Eylemin toplumsal yapıya zarar vereceği söylemiyle her türlü gösteri ve eyleme karşı çıkıyor. Muhalefet partisinin genel başkanı milyonlarca insanın hak talebiyle eylem yapabilmesinin önüne geçmek için birkaç yıl önce tek başına ‘adalet yürüyüşü’ yapmaya başladı. Herkes bu yürüyüşü olumlu olarak görebilir oysa demokrasiye vurulmuş bir darbedir. Halkın, toplumun hak arayışını pasifize eden, bu konuda iktidarın pervasızca hareket etmesine cesaret veren bir davranıştan öteye gidemedi. Zaten hiçbir şey değiştirmeden zamanın tozlu raflarındaki yerini aldı. Bireysel eylemi önemsiz değil. Ancak zaman-mekan bağlamında düşünüldüğünde, dönemin siyasal-toplumsal koşullarına cevap olma bağlamında ele alındığında çok yetersiz kalıyor.
Bugün ülkede devasa bir ekonomik kriz var, günlük olarak fiyat artışları gerçekleşiyor ve bu durum doğrudan haneye yansıyor. Başka ülkede olsa milyonlar sokağa dökülürdü. Türkiye basını da bunu gururla yayınlardı. ‘Halk zamları protesto etmek için sokağa döküldü’ manşetiyle çıkardı gazeteler, bu başlıkla ana haberlerin ilk konusu olurdu. Türkiye’de insanlar katlediliyor, doğa talan ediliyor, ülke ekonomisi kirli bir savaşa harcanıyor, bürokrat çocuklarına her türlü yasasızlık hak görülüyor, halkın vergileriyle holdinglerin borçları ödeniyor ancak cılız bir ses de çıkarıldığında hemen ‘provokatörler iş başında’ diye başlıklar atılır. Başkası yaptığında haklı ama kendilerine gelince ‘provokasyon’ oluyor. Bu demokrasiye inanmayla ilgili bir durumdur. Demokrasinin ne olduğuna dair bilinç sahibi olmayla ilgili bir durumdur.
Türkiye’de asıl sorunun muhalefet olduğu söylemi tamamen doğru bir tespittir. AKP iktidarında da anlaşıldı ki, muhalefetin en temel görevi ülkeyi demokratikleştirip daha ileriye götürmekten ziyade, demokratikleşmesinin önünde çelikten bir duvar gibi dikilip, iktidar-devlete zarar gelmemesi için her türlü demokratik eyleme karşı çakmaktır. Ülkenin dört bir yanında onca hak arayışına hunharca saldırmaya, işçilerin-emekçilerin hak arayışında yerlerde sürünmesine, doğa talanına direnen köylülerin gece yarısı baskınlara maruz kalmasına sessiz kalan bir sivil toplumdan, sivil toplum diye söz edilemez. Nerdeyse tüm siyaset bilimci ve sosyoloğun üzerinde ortaklaştığı şey sivil toplumun, kamunun dışında, kamuyu dengelemek için gelişen, gelişmesi gereken bir alan olduğudur. Güçlü bir sivil toplum devletin yasasız hareketine ve anti-demokratik yaklaşımına karşı bir güvencedir. Türkiye de ise sivil toplum çoğunluğuyla devletin bir uzanımıdır. Devletin direk olarak sirayet edemediği alanlara, devletin kodlarını taşıyan bir alan konumundadır. Bunu en iyi biçimde ‘eylem’e karşı gelerek devleti koruyarak yapıyor.
Dünyanın hiçbir yerinde eylemsiz bir demokrasi ne gelişmiştir ne de vardır. Eylemin olmadığı yerde, ya gerçek anlamda bir totalitarizm vardır ya da devletin hak gaspını hukuksuzluk olarak görmeme vardır. Bu da bilinç açısından bir tutsaklık durumunun göstergesidir. Bugün demokrasinin kalelerinden biri olan Fransa defalarca, günlerce süren eylemlere tanıklık etmiştir. Defalarca Paris cayır cayır yandı ancak bugün halen sapasağlam duruyor. Bugün birileri Kobanê eylemlerini suçluyor. Ama o eylemler olmasaydı ne bölge güçleri ne de uluslararası kamuoyu harekete geçerdi ve DAİŞ vahşeti belki de tahmin edilemeyecek bir noktaya giderdi.
Meclis, bürokrasi, verili yasalar, müdürlükler, bakanlıklar, adalet sarayları, valilikler vb iktidarın hükümdar olduğu alanlardır. Bu alanlarda iktidar ile mücadele etmek çok zordur. Bu alanlar çoğunluğun çıkardığı yasalarla (20 yıldır yasama tek bir partinin tekelindedir) yönetilen tahakküm alanlarıdır. Çoğunluk buralarda yenilgiye uğratılamaz. Elbette buralarda yanlışlara, suçlara karşı mücadele etmek önemlidir. Ama sonuç almayı buradaki mücadele ile sınırlamak baştan kaybetmeyi kabullenmek demektir. Bu mekanlarda verilecek mücadele kamuoyunun duyarlı hale gelmesi için önemlidir, kamuoyunu eyleme sevk etmek için önemlidir, yoksa tek başlarına bir anlamı ve başarı şansı yoktur.
Muhalefetin ülkedeki ekonomik krizden sorumlu görülmesi ironik ancak bir anlamda doğrudur. İktidarın pervasız savaş harcamalarına, yolsuzluklarına, yokluklarına karşı güçlü toplumsal bir muhalefet ve direniş geliştirmediği için iktidar her gün istediği gibi hareket ediyor. Bundan dolayı sorumlu muhalefettir.
Demokrasinin dili eylemdir. Demokratik talepler ancak eylemle görünür hale gelebilir, demokrasi ancak eylemle mücadele hattına dönüşebilir, varılabilir. Kadınlar oy kullanma hakkını büyük eylemler yaparak kazandılar, işçi-emekçiler büyük eylemlerle haklarını kazandılar. Demokratik hiçbir hak ‘talep edilmeden’ gerçekleşmemiştir. Hiçbir demokratik değişim durup dururken gerçekleşmemiştir. Hepsinin arkasında güçlü bir eylem vardır. Bu faşist iktidara ve uygulamalarına karşı başarılı olmanın yolu da ona karşı demokratik eylem ve toplumsal direnişi örgütlemekten geçiyor.
* Abdullah Öcalan