Sonuç olarak; göçmen düşmanlığı emek, demokrasi ve Kürt düşmanlığından ayrı kulvarda değil. Mülteci hakları ve entegrasyona dair tartışmaların arka planında da bu var. Ve süreç radikal sağ popülizme bırakılmayacak kadar ciddi
Ercüment Akdeniz
Entegrasyon, göç alanında sıklıkla kullanılan ve Fransızcadan gelen bir kelime. Sözlük anlamı “uyum”, “biraraya gelebilmek” ya da “bütünleşmek”. Son dönemde ırkçı ve aşırı sağ partiler bu kelimeyi mülteci karşıtı önyargıları büyütmek için kullanıyor.
“Entegrasyon mu dedin? Biz Araplaşmayacağız kardeşim, hepsini gönderelim bitsin!”
İşte böyle. Siyasetçisinden akademisyenine, gazetecisinden analistine kadar sağ popülist dalgaya kapılan aktörler kestirmeden bu tepkiyi veriyor. Çünkü Suriyelileri “geri gönderme” kampanyası tavan yapmışken, entegrasyon tartışmasının süreci akamete uğratacağı düşünülüyor. Suriyeli sığınmacıların tekini dahi bu ülkede istemeyen ve ortak yaşamı kat’a surette reddeden bir akıl bu. Kitle desteği ise yabana atılmayacak kadar kalabalık.
Önce şu sorudan başlamak lazım: “Hangi Suriyeliler?” Araplar mı, Kürtler mi, Türkmenler mi, Domlar mı, Ermeniler mi? Yoksa Sünniler, Aleviler, Ezidiler ya da Hristiyanlar mı? Suriyelileri tek ırk, tek dil ya da dinde eşitlemek gerçeği çarpıtmak demek. Irkçı, neo faşist akımlar bu çarpıtmayı bilinçli yapıyor. Arap üst kimliğiyle damgaladıkları “istilacı göçmenlere” karşı herkesi Türkçü üst kimlikte birleşmeye çağırıyorlar. Bu yaklaşımın kendisi, dışardan gelenler kadar ülke içindeki Kürtleri, Alevileri, ezcümle ezilen halkları dışsallıyor. Bu kalıplaştırma, elit göçmenler ile yoksul mülteciler arasındaki çelişkiyi de ustaca perdeliyor. İçeride barışa, kardeşliğe, ezilenin haklarına ve birarada yaşam talebine öfke kusanlar, “dışardan gelen mültecilere” de aynı refleksle yaklaşıyorlar. İçerideki tekçi yaklaşım, dışarıyı da tekleştirerek bekasını korumak istiyor.
“Araplaşmayacağız” siteminin arkasındaki ikinci korku ise seküler ya da laik yaşama ilişkin kaygılar. Oysa dinsel kutuplaştırmaya dair endişeyi milletleri ifade eden kavramlarla tartışmak aslında elmalarla armutları karıştırmak gibi bir şey. Ki bu da göçmen düşmanlığını yükseltmek için bilerek yapılıyor. Öte yandan AKP’nin neo Osmanlıcı dış siyasetinin, dışarısı kadar içerde de “ümmet toplumu” yaratmak istediği doğru. Fakat insanlık suçuna bulaşmış dinci terör grupları ile inancı ne olursa olsun savaştan kaçmış sivil masum mültecileri ayırmak gerekiyor. Yoksa şoven propagandaya yedeklenmek işten bile değil. Dolayısıyla mesele entegrasyondan kaçmak değil, entegrasyonu doğru ayrımlarla tartışmak.
Burada bir parantez açmak gerek. Zira akademide “entegrasyon” kavramını yeterli görmeyen, göç alanında ona antipatiyle bakan demokrat hocalar da var. Yerli kesimle mülteci kesimlerin ortak yaşamını tesis edecek sosyolojik, ekonomik ve kültürel alt yapı için “Birarada Yaşam” kavramına daha sıcak bakıyorlar. Haksız sayılmazlar. Çünkü entegrasyonda karşılığını bulan “uyum” ve “bütünleşme” kavramları, eğer egemenlerin elinde asimilasyon için kullanılır ve tersten bir tekleşmeyi organize ederse, ona da dur demesini bilmek gerekiyor. Ama yazımızın konusu başka. Çünkü ırkçı, neo faşist göç politikası işin çok daha farklı boyutunda. Onlar entegrasyona savaş açarken bu kavramı mülteci haklarını tamamen yok etmek üzere tartışıyor.
Göçmen düşmanlığı üzerinden siyaset kuranlar, derine bakıldığında, aslında bunu ırkçılık üzerinden iç siyaseti dizayn etmek için de yapıyorlar. Suriyeli mülteci kadınların doğum oranlarını Türkiye’nin demografik yapısına yönelik ağır bir saldırı ve “beka” sorunu olarak gösterenler, benzer ırkçılığı Kürt kadınlar için de dile getirmişlerdi.
Şöyle bir örnek vereyim: 2000’li yılların başında Hatay’dan Adana’ya yolculuk yaparken otobüste yanıma takım elbiseli yaşlıca bir beyefendi oturdu. Sohbet gecikmedi tabi. Bir süre sonra konuyu Kürt kadınların doğum oranlarına getirdi. Bunu Türk kadınların doğum oranıyla karşılaştırdı. Önümüzdeki 30 yılda ülke tehdit altındaymış (!) BOP planı uyarınca Ortadoğu’da büyük Kürdistan projesi bilinçli üreme stratejisiyle işliyormuş vs vs (!) Tartışma uzayıp ekşi tadı verince adam bozuldu ve çantasından, Kürt doğum oranlarına dair yazdığı kitabı çıkardı. İçinde istatistikler ve “tahmini üreme” grafikleri vardı. Tam bir akıl tutulması, tam bir paranoya hali ve tam da Kürt düşmanlığı üzerinden kafatasçı siyaset kuran bir propaganda metniydi bu. Kısacası, dün Kürtlere karşı faşist söylem tutturanlar bugün Suriyeli mültecilere karşı neo faşist söyleme imza atıyorlar. Mültecilerle ilgili entegrasyon sürecinin de “demografik üreme stratejisine” perde olduğunu iddia ediyorlar.
Toplumda oluşturulan entegrasyon alerjisinin bir nedeni de 1951 Mülteciler Sözleşmesi’nin 12 yıldır Türkiye’de rafta bırakılmış olmasıdır. Türkiye’nin koyduğu coğrafi çekince de işin tuzu biberi oldu. Dikkatle incelendiğinde; 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin ilk 33 maddesi mülteciler için meslek edinme, eğitim, barınma, hukuk, sağlık gibi temel koruma maddelerini içerir. 34’üncü maddeye gelindiğinde vatandaşlık süreci başlar ama ona gelmek kolay değildir. Çünkü önceki maddelerin başarıyla işletilmiş olması gerekir. Bu süreç doğru işletildiğinde, yerli ve mülteci toplulukların karşılıklı entegrasyonu ve farklı kültürden toplulukların kendi özgünlükleriyle birarada yaşaması teminat altına alınmış olur. Bugün Türkiye’de toplumsal önyargının ve göçmen düşmanlığının bu kadar güçlü olmasının bir nedeni de işte bu sürecin bilinçli olarak işletilmemiş olmasıdır.
Sonuç olarak; göçmen düşmanlığı emek, demokrasi ve Kürt düşmanlığından ayrı kulvarda değil. Mülteci hakları ve entegrasyona dair tartışmaların arka planında da bu var. Ve süreç radikal sağ popülizme bırakılmayacak kadar ciddi.