14 Mayıs seçimlerinde bir öncülük sorununun yaşandığını ifade eden DTK Eşbaşkanı Leyla Güven, ‘Partiler bir toplumsal harekettir. Partilerde kitle çizgisi önemlidir. Liberalizm ideolojisizliktir. Sonuç olarak 14 Mayıs seçimlerinde bu ilkelerin tamamı gözardı edildi’ dedi
Ferhat Çelik
Cumhur İttifakı’nın 14 Mayıs seçimlerinde yürüttüğü politika ve “milliyetçi” dil, ikinci tur seçimlerinde Millet İttifakı’nın da bu dili tercih etmesiyle toplumsal kutuplaştırmayı derinleştirdi. Cumhur İttifakı Kürtleri hedef alan milliyetçi söylemleriyle seçim meydanlarına çıkarken, ikinci turda benzer politika yürüten Millet İttifakı ise mültecileri hedef aldı. Bu siyaset, Meclis’te de milliyetçi bir tablo oluşturdu. Cumhurbaşkanlığı ve Genel seçimlerin ardından yeniden yapılanma sürecine giren Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise, bileşenleri ve kurullarıyla yaptığı toplantıların ardından halk buluşmalarına başladı. Eleştiri ve özeleştiri sürecinin tüm aşamalarını halkla yürütecek olan HDP, yine halkın nihai kararıyla Büyük Kongre’ye gidecek.
AKP karşısında muhalefetin tutumu ve seçim döneminde yaşanan eksikliklere ilişkin Elazığ Cezaevi’nde bulunan DTK Eşbaşkanı Leyla Güven gazetemize konuştu.
- 14 Mayıs seçimlerini geride bıraktık. Toplumda değişim isteğinin yoğunca görüldüğü ama bunun başarılamadığı da ortada. Bu durumu AKP’nin başarısı olarak mı yoksa muhalefetin başarısızlığı olarak mı görmek gerekir?
Roma işgalinde Gauile (Galya) isimli kitabında Roma İmparatorluğu’nun asla kuvvetle değil, aşıladığı dini hayranlık sayesinde uzun yıllar hüküm sürdüğünü çok iyi izah etmiştir. Yazar haklı olarak şunu söyler; “Halkın nefret ettiği bir yönetimin beş asır yaşamasının dünya tarihinde örneği yoktur… Ve İmparatorluğun 30 alayının 100 milyon insanı itaate mecbur etmiş olması da izah olunamazdı. İtaat ediyorlardı çünkü; Roma’nın büyüklüğünü onların şahıslarında canlandıran İmparator bir ilah gibi herkesçe tapılan bir kimseydi.” “Kitlelere bir din gerekir” sözünü tekrar etmek bu anlamda yeterli olacaktır.
Siyasi, dini ve toplumsal inançları her zaman tartışmalardan uzak tutmak gerekir. Çünkü “Din afyon gibidir” sözü boşuna ifade edilmemiştir. AKP’nin 21 yıllık iktidar serüvenini kısa yoldan anlatabilmek için yukarıdaki paragrafın yeterli olacağını düşünüyorum. AKP, 21 yıl boyunca toplumun bugün somut olarak yaşadığı her şeyi “eşitsizlik-hukuksuzluk-açlık-yoksulluk-çaresizlik vb.” kader, kısmet, fıtrat olarak tanımlarken soyut olan her şeyi de uğrunda bedel ödemesi gereken, “gizemli, gelecek ahiret” olarak pazarlayabilmektedir. Dolayısıyla bu 21 yılı AKP’nin başarısı olarak değil de muhalefetin başarısızlığı olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Cumhuriyet’le de sorunu olan AKP’nin doğru analiz edilmesi ona karşı yürütülecek olan mücadelenin başarılmasında önemli bir yapıtaşı olacaktır.
- 21 yıldır iktidarda olan AKP karşısında muhalefet 14 Mayıs’ta olduğu gibi neredeyse hiçbir seçimde başarı elde edemedi. Bu durumun nedeni sizce nedir?
AKP’nin Cumhuriyet’e en büyük öfkesi Takke ve Zaviye Kanunu’nun getirilmesi “kılık kıyafet, alfabenin değiştirilmesidir.” Yani dini sembol ve kurumların değişimine dönük politikalarını benimsememiş ve karşısında mücadele edileceğinin yeminini etmiş bir anlayışın temsilcisidir. Laiklik ve evrensel değerlerin “Batı icadı” olduğunu ve “din düşmanlığı” olduğunu her fırsatta dile getirilmiştir. Bir gün mutlaka iktidarı ele geçirip bunlarla mücadele etmek için adeta yemin etmişlerdir. Bu amaçlarına ulaşmak içinse müstakbel hocaları (Fethullah Gülen) ile ortaklık yapmışlardır. Devleti ele geçirince de Hoca ve tayfasına tekmeyi vurarak yola kendi başlarına devam ediyorlar. Dolayısıyla AKP artık sadece iktidar değil aynı zamanda devlettir. Bilindiği üzere “devlet” demek iktidarın kurumlaşmış halidir. İktidar ise devletin, toplumun en ince dokularına kadar sızmış halidir. Kısacası et ve tırnak gibi iç içedirler. Bu nedenle muhalefetin devleti ele alış biçimi baştan sona problemlidir. Kullanılan dilde devleti kutsayan, adeta pamuklara sarıp yere göğe koydurmayan, uğrunda can vermeye hazır olunan, ne kadar eksik-gedik-yanlış varsa iktidara yüklenen bir mantık hakimdir. Dolayısıyla teşhis yanlış olunca tedavi de sonuç vermiyor. Bu mantıkla da 21 yılda hatta 100 yılda yanlış teşhis bedeni ahtapot gibi sardı ve kangrenleşme, çürüme başladı. Bu süreç bugünde devam ediyor.
- Peki seçim sürecinde nerede yanlışlar yapıldı?
Bütün toplumu itaat etmeye zorlayan, etmeyeni bir şekilde derdest eden faşist AKP-MHP anlayışının iktidarda olduğu bir ortamda 14 Mayıs seçimlerine gidildi. Ülkede her şeyin antidemokratik olduğu, bir tweet nedeniyle insanların tutuklandığı, kendileri gibi düşünmeyen bütün kesimlerin tasfiye edilmeye çalışıldığı bir ortamda seçimleri demokratik bir ortamda gerçekleştirmek mümkün değildir. 2010 referandumundan bu yana adım adım gelinen bu gerici sistemin ya karşısındasınızdır ya da yanında! CHP öncülüğündeki muhalefet farkında olarak ya da olmayarak bu sisteme giden yolun taşlarını döşedi. “Yetmez ama…” ile başlayan birçok pratikle de adeta XL bedene ulaştılar. Kötülüklerin sıradanlaştığı, sözün anlamını yitirdiği, yaşanan hukuksuzlukların kanıksandığı bir ortamda seçimler tek ve yegane çözüm olarak görüldü. Muhalefet topluma adeta “Aman ha! Bir şey yapmayın, itiraz etmeyin, ayağa kalkmayın, susun” dedi. Oysa susmak bu anlamda ölümdür! Muhalefet toplumun tepkilerini doğru yere örgütleyebilseydi bugün başka şeyler konuşuyor olurduk. Oysa, Zerdüşt misali kötülük güçleriyle sürekli mücadele edebilecek ve asla pes etmeyecek bir tarz geliştirilebilinirdi. Çünkü hayat ve halk, kanunlardan ve iktidardan daha güçlüdür.
- Seçim süreci boyunca Kürtlere dönük söylemler ve yaklaşımını nasıl buldunuz?
Evet; seçimleri geride bıraktık. Her zamanki gibi klasik eril sözler havada uçuştu; “Adam çalıştı, adam kazandı, adam yendi” vb. birçok şey söylendi. Oysa “adam” Goebbels taktiğini uyguladı. “Bir kere söylenen yalan, yalan olarak kalır. Ama bin kere söylenen bir yalan hakikate dönüşür” der Goebbels. “Biz haklıydık ama onlar kazandı” demek yetmiyor. Nedenleri tekrar tekrar ele almak gerekir diye düşünüyorum. Bu seçimlerde diğer bütün seçimler gibi Kürt siyasal hareketi üzerinden, Kürt halkına hakaret etmekle geçti. Tabi ki bunu kardeşlik adı altında yaptılar. Kardeşlik dilden gelir, gönülden gelir. Dil gönül ise ve gönül dil ise tabi ki öyledir, özden gelir. Aksi laftan gelir, lafta kalır. Nefret dilini benimsemiş, küfre-şiddete iman etmiş, asmaktan, kesmekten başka laf bilmeyen, ipten saptan konuşan, gözünü kan, dilini kin ve kalbini intikam bürümüş siyasetçi kesimlerin kardeşlik dediği yerden, şehirleri, denizleri aşarak uzaklaşmak gerekir. Kürt halkı yıllardır bu sahte kardeşlik edebiyatından çok çekti. Muhalefet de iktidar da bu konuda zahmet etmesinler. Kürtler bu sahtekarca söylenen kardeşlik edebiyatı defterini çoktan kapattı.
- Muhalefetin yaklaşımını nasıl buldunuz?
Cumhuriyet tarihi boyunca bir kez daha görüldü ki, siyasi partilere seçimleri kazandıracak olan da kaybettirecek olan da “Kürt Sorunu”dur. Çok iddialı bir söz gibi gelebilir ama realite budur. Eğer muhalefet bu seçimlerde eveleyip-gevelemeden, sağa-sola çekmeden, kaygı duymadan, savunmacı yaklaşmadan, cesurca, bu ülkenin hakikati olan Kürt Sorunu konusunda varsa projesi ve politikaları açık yüreklilikle kamuoyu ile paylaşsaydı, dizleri üzerine emekleyerek kazanmaktansa ayakta haklı ve dimdik bir şekilde seçimleri kazanırdı. Nasıl oluyor da muhalefet iktidar ile Kürt sorunu konusunda hemen hemen aynı düşünüyor? Sanırım mutabık oldukları tek konu biziz. AKP ülkenin bütün kaynaklarını Arap sermayesine peşkeş çekti. Cumhuriyet değerlerini ters yüz etti. Memleketi adım adım İran İslam Cumhuriyeti modeline doğru götürdü. Zaten problemli olan “Kuvvetler ayrılığı” ortadan kaldırıldı. Ama muhalefeti “Beka sorunu” diye hamasi nutuklarla peşinden gezdirdi. Bu konuda cılız tepkiler olsa da gündem yaratacak açıklamalar gelmedi. Günün sonunda seçim boyunca Kürt halkına hakaret yarışında iktidar ve muhalefet berabere kaldılar. Çünkü susmak onaylamaktır.
- Seçimlerde yaşanan eksikliklerden birinin de “öncülük” sorunu olduğu ifade edildi. Sizce de bir “öncülük” sorunu var mıydı?
“İşte halkım gidiyor, onları takip etmeliyim. Çünkü ben onların lideriyim” diyor Gandi. Halkın isyanını takip eden bir lider olmanın yolu, halkın neye isyan ettiğini anlamaktan geçiyor. Tek kişinin akıl gücü ne kadar gelişkin olursa olsun, toplumsal havuza akmıyorsa, toplum havuzundan beslenmiyorsa, kendi yatağında kurumaktan başka şansı yoktur! Böyle bir akıl toprağa ulaşmayan su gibidir. Toplumu bir arada tutan yaşam tohumlarının yeşermesine katkıda bulunamaz. Ancak yaşama yön veriyorsa “akıl” olarak adlandırılır. Liderlik konusunda Ortadoğu zihniyetinin kök karakterinin toplumsallığa dayalı olduğunu belirtebiliriz. Ortadoğu zihniyet yapıları “ihtiyaçlar gereğince inşa edilmiştir.” Toplumsallık, kominalite demektir. Birlik, barış, eşitlik, paylaşım, emek kutsallık demektir. Bu toprakların ana karakteristik özellikleri bu eksende inşa edilmiştir. Zerdüşt’ten Zenobia’ya, Hallâc-ı Mansûr’dan Rindêxan’a, Belkız’tan Babek’e kadar hep bir özgürlük arayışı ve dirilişi somut bir şekilde süre gelmiştir. Erk zihniyetin gelişmesiyle birlikte artık bu anlayıştan söz etmek mümkün değildir.
Bu coğrafyada artık taht kavgalarının sıkça yaşandığı, iktidarların babadan oğula geçtiği, eldeki gücü kullanarak her türlü yetkilerin ele geçirildiği, baskı ve zora dayalı diktatör kişilikler ortaya çıkmıştır. Bütün bunlara bakıldığında bazı kişiler kral, padişah, prens, ağa, bey, mir, başkan ve buna benzer sıfatlar almışlar ama asla “lider” olamamışlardır. Kul-köle anlayışından tam olarak azade olunamadığı için “Padişahım çok yaşa” kültürü devam etmektedir. Lider; halkın içinde bulunduğu durumu doğru tahlil edebilen, eşitlik ve adalet ilkesinden asla taviz vermeyen, günübirlik politikalarla değil uzun vadeli ve öngörülü politikalarla hareket eden, çağdaş ve evrensel değerleri önceleyip kendisini sürekli Rönesans’a tabi tutan kişidir.
Halk gibi yaşayan ve onlardan biri olduğunu unutmayandır. Elitleşen, konformist yaşamın büyüsüne kapılanlar lider olamazlar! Gerçek lider Mandela, Gandi, Abdullah Öcalan gibi yetkilerini paylaşabilen ve herkes gibi yaşayabilendir. Günümüzde gördüğümüz liderlerin pratikleri ortadadır. Erdoğan kurnaz, pragmatist, kinci, öfkeli ve iktidarını sürdürmek için din dahi her şeyi araç olarak kullanabilme kabiliyetine sahip biridir. Diğer parti liderleri “HDP-DBP” (Çünkü bizde eşbaşkanlık var) hariç pasif, edilgen bedel ödemeyi göze alamayan, ürkek, halka güven vermeyen daha çok Erdoğan’ı taklit eden bir görünüme sahip olduklarını belirtebiliriz. Kendi partilerinde dahi demokrasi kültürünü benimsemeyenlerin, ülkesine demokrasi getirme olasılığı sıfırdır. Dolayısıyla iktidarı ele geçirebilirsiniz, kendinizi sınırsız yetkilerle donatabilirsiniz ancak “lider” olamazsınız. Partiler bir toplumsal harekettir. Partilerde kitle çizgisi önemlidir. Liberalizm ideolojisizliktir. Sonuç olarak 14 Mayıs seçimlerinde bu ilkelerin tamamı gözardı edildi. İdeolojisizlik ve ilkesizlik beraberinde başarısızlığı getirdi. Doğal olarak bu yenilginin birinci sorumlusu tüm yetkileri kendinde toplayan liderlerindir. Evet; açık yüreklilikle belirtmek gerekir ki seçimlerde ciddi bir liderlik sorunu yaşanmıştır.
- Son olarak seçim sonuçlarına ilişkin ne ifade etmek istersiniz?
Sonuç olarak çok açık ve net belirtmek gerekir ki bizim gibi dili, kimliği, kültürü yok sayılan bir halk için seçimler amaç değil, araçtır. Tekçi, baskıcı, inkarcı, milliyetçi kodlarla oluşan mevcut devlet olgusu var olduğu müddetçe seçimlerde sadece yöneten kişinin değişimi söz konusudur. Türk-Sünni-erkek karakterli olan faşist cunta anayasası yerinde durduğu müddetçe seçimlerin bir değişim getirme şansı yoktur. Tam yüzyıldır bu Cumhuriyet Kürt halkına zulüm üretiyor. Bu gerçekliğin gelinen aşamada manipüle edilme şansı yoktur. Eğer 1921 Anayasası’na bağlı kalınsaydı bu acılar yaşanmayacaktı. Dersim, Ağrı, Zilan… onlarca isyan olmayacaktı. Yakın tarihte Öcalan’ın çözüm perspektifi dikkate alınsaydı Roboski ve daha birçok acı yaşanmayacaktı. Demokratik Cumhuriyetle ortak, eşit, birlikte yaşam mümkün olacaktır. Gördüğümüz kadarıyla Türkiye’yi yönetenler çözümsüzlükte ısrara devam edecekler. O halde bizim de haklı ve meşru mücadelemiz yaşamın her alanında kesintisiz devam edecektir. Bu konuda küstahça, Kürt halkına öğüt verenlere Pablo Neruda’nın bir sözünü hatırlatalım, “Bana öğüt verenler zamanla delirdiler, iyi ki delirdiklerine hiç aldırmadım.”
Abdullah Öcalan’ın suya attığı taşın yarattığı halka bütün Ortadoğu’da yayılmaya devam ediyor. Türkiye’de iktidar da olsun muhalefet de olsun, ülkesini sevdiğini iddia eden bütün siyasetçilerin Kürt halk gerçekliğini tam olarak bilince çıkarıp ırkçı, milliyetçi duygularda ani bir şekilde çözüm için sorumluluk alması kaçınılmazdır. Aksi durumda emperyalist güçlerin “ tavşan kaç, tazı tut” politikası devam edecektir. Başta ekonomik kriz her alanda çoklu krizler artarak devam edecektir. İktidarın son dönemlerde KDP-HÜDAPAR üzerinden geliştirdiği yeni muhatap arayışları da zaman kaybından başka bir işe yaramayacaktır. Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünde muhatap Abdullah Öcalan şahsında Kürt halkının kendisidir. Bizler Kürt politik tutsaklar olarak hakikat ve adalete, ülkemizin demokrasisinin bugünü ve geleceği olsun diye bütün hukuksuzluklara karşı direnmeye devam ediyoruz. Dünyanın her bir köşesinde yaşayan halkımız bilsin ki mücadelemiz sonuç alma noktasına gelmiştir. Kadın öncülüğünde Rojava’da doğan güneş, bütün Mezopotamya coğrafyasını ısıtacak güçtedir. Bizler hakikate aşık bir halk olarak mutlaka kazanacağız.