Erdoğan, İsveç Başbakanı Ulf Kristersson ve NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg 10 Temmuz’da NATO Vilnius Zirvesi’nde yayınladıkları 7 Maddelik ortak bildiriyle, Ankara’nın İsveç’in NATO’ya kabul protokolünü TBMM’ye sevk edeceğini ve “onayı için gayret göstereceğini” duyurdular.
Önceki NATO Madrid Zirvesi’nde Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasındaki “üçlü memorandum” dolayısıyla da benzer bir açıklama yapılmış ama, Finlandiya’nın üyeliği TBMM’den geçirilirken İsveç’in önüne yeni koşullar getirilmişti.
Ancak, bu ortak açıklamadan sonra Erdoğan’ın “NATO genişlemesi önündeki engel” rolünü daha uzun süre oyna[ya]mayacağı görülüyor.
Gerçi, açıklamanın ikinci maddesinde yer alan “iki ülke arasındaki ‘ikili Güvenlik Paketi’” uyarınca “İsveç’in, YPG/PYD’ye ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek vermemeyi içeren 4. Maddesi de dahil [Madrid Zirvesi’nde imzalanan] Üçlü Memorandum’un tüm ögelerinin tam olarak yerine getirilmesi bağlamında terörizmin bütün biçim ve görünümlerine karşı vereceği kesintisiz mücadelenin temelini oluşturan bir yol haritası sunması” koşulu, görünüşte protokolün TBMM’ye sevk zaman ve koşulları konusunu hala Erdoğan’ın keyfine bırakıyor.
Bununla birlikte Kalın’lı, Fidan’lı yeni “triumvira”nın, Erdoğan rejiminin temel dış politika ve maliye konularındaki “öngörülemezlik” kötü ününden zorla kurtulma kararlılığında olduğu artık belirginleşiyor.
Ankara’nın zaman zaman nükseden “Bizi Şanghay İşbirliği Örgütü’ne alın” sayıklamalarına karşın NATO çıpasına bağlılığını tazeleyip dünyaya ilan etme niyetinin tek göstergesi yalnızca Vilnius Zirvesi’ndeki tutumundan ibaret de kalmadı.
Erdoğan Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile zirve öncesindeki görüşmesinde Ankara’yı ultra-NATOcu bir konuma taşıyan adımıyla “şüphesiz Ukrayna NATO’ya üyeliği hak ediyor” dedi. Bu, Ukrayna elitlerinin duymak istedikleri ama başta ABD olmak üzere NATO’nun büyük ortaklarının Rusya ile stratejik dengeyi sarsmasından çekindikleri bir opsiyondu.
Bununla da kalmadı. Erdoğan, Rusya ile Ukrayna arasındaki “esir takası” anlaşmasıyla “savaş sonuna kadar kalmaları” koşuluyla Türkiye’ye verilen beş “Azov Taburu” komutanını da, sert tepkileri göze alarak Zelenskiy eşliğinde Ukrayna’ya yolladı. Üstüne üstelik bu vesileyle Rusya’nın Kırım’ı ilhakını tanımadığını da vurguladı.
Ama, NATO liderleri Salı günü ortak açıklamayla “Müttefikler görüş birliğine vardıkları ve koşullar karşılandığında Ukrayna’yı üyeliğe davet edeceklerini” duyurdular. Erdoğan’ın “derhal” üyelik önerisi Berlin ve Washington’un “savaş varken olmaz” itirazı karşısında havada kaldı.
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov da, geçtiğimiz Cuma, Azov Taburu komutanlarının Ukrayna’ya iadesini “anlaşmaların ihlalinden başka bir şey değil” diyerek kınadıktan sonra Salı günü de, “Ukrayna’nın NATO üyeliğinin yarı yarıya çökmüş olan Avrupa güvenlik mimarisi üzerinde çok çok olumsuz sonuçlar yaratacağı ve [ülkesine] karşı bir mutlak tehlike oluşturacağını ve Rusya’dan çok açık ve sert bir karşılık göreceğini” açıkladı.
Peskov Türkiye’yi de uyardı: “Bir egemen devlet olarak Türkiye Ukrayna dahil her ülkeyle ilişki geliştirme hakkına sahiptir. Ancak biz de Türkiye’nin ortağı olarak bu gelişmelerin bizi hedef almayacağını umma hakkına sahibiz.”
Bu gelişmelerle birlikte şekillenen küresel ve bölgesel tablo, Putin’in “özel güvenlik harekâtı” diye adlandırmayı tercih ettiği Ukrayna istilasıyla önüne koyduğu hedefleri -Rusya’nın NATO tarafından kuşatılmasına son vermek- gerçekleştirmesinden çok NATO’nun Türkiye’nin de katkısıyla Baltık Denizi’ni bir Batı iç denizine çevirip Rusya kuşatmasını pekiştirerek sonuçlandırmakta olduğunu gösteriyor.
Rusya’nın Ukrayna istilası, Erdoğan rejimine, özgül coğrafik konumundan kaynaklanan uluslararası antlaşmalar (Montreux) gereğince Karadeniz-Ege deniz yolu üzerindeki denetim gücü dolayısıyla Rusya ve NATO merkez güçleri arasındaki manevralarla Moskova’ya yanaşma ve elverişli koşullarda dış ticaret sürdürme fırsatı sağlamış; öte yandan Suriye’de süregiden çatışmada Moskova’nın karşılıklı çıkarlar dolayısıyla Ankara’ya hava sahasını açarak PYD yönetimindeki Afrin, Cerablus ve Gîre Spi istilalarını gerçekleştirmesine olanak vermişti.
Ancak Erdoğan’ın Vilnius Zirvesi öncesinde Ukrayna ve Kırım konularında yaptığı çıkışlar ve İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinin önünü açarak Rusya’yı stratejik olarak dezavantajlı konuma sürükleyen NATO kararlarının Ankara-Moskova “al gülüm ver gülüm” ilişkisinin de sınırlarına gelindiğini, Erdoğan’ın özerk manevralarına izin veren koşulların sonsuz olmadığını gösterdi.
Özellikle, mali tablosuyla iflasın eşiğine vardığı kimse için bir sır olmayan Türkiye, yüzünü hem savunma ve güvenlik ihtiyaçlarının başlıca tedarikçisi, hem uluslararası para piyasalarının başlıca hareket üssü olan Batı’ya dönmesinin aciliyet kazandığı koşullarda geri kalan her şey ikinci plana bırakabilirdi.
Erdoğan’ın Putin rejiminden mesafe alışında, yalnızca Batı’yla askeri ve mali iş birliği yoluyla sağlayabileceği faydalar değil, Putin rejiminin istikrarsızlığından kaynaklanan belirsizliklerin de rol oynadığı varsayılabilir. Henüz resmi bir tutum beyan edilmiş olmamakla birlikte paralı askerlik şirketi Wagner’in sahibi Progijin’in ayaklanması karşısında Putin rejiminin içine düşmüş olduğu acz herkes gibi Erdoğan rejiminin de dikkatinden kaçmamış ve Kremli’nin bu sonuncu Türk darbesine sert bir reaksiyon gösteremeyeceği de hesaba katılmış olmalı. Nitekim Peskov’un açıklaması yıkıcı olmaktan çok, müşkül durumdaki partner Erdoğan yerine yapılmış bir tevil gibi tınlıyor.
Vilnius Zirvesi’nde oluşan yeni uluslararası denge, çözümü iç dinamikler kadar uluslararası dinamikler de bağlı olan Kürt sorunu açısından yeni olanaklar sunmuyor, ama Ankara’ya Avrupa’da Kürt taleplerini bertaraf etmeye yönelik inisiyatif sağlıyor. Venedik Komisyonu’nun “belirsizlik ve keyfiliği” gerekçesiyle daimî eleştiri altında tuttuğu Ankara’nın “terörle mücadele” normlarının Finlandiya ve İsveç’i de içine alacak şekilde Avrupa’ya ve ülkelerin ulusal hukuklarına sirayetine yol açıyor.
İsveç’in NATO üyeliğini TBMM gündemine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı bir ”güvenlik gerekçesi” temelinde NATO Madrid ve Vilnius zirvelerinde varılan “mutabakatlar” demokratik ve özgürlükçü muhalefet tarafından reddedilmeyi hak ediyor.
Kaldı ki, “[…] emperyalizmin halklarımız, Ortadoğu, Kafkasya, Balkan[lar] ve tüm dünya halkları üzerindeki egemenlik ve baskı politikalarına; emperyalist askeri, ekonomik ve siyasi anlaşmalara, askeri üslere ve kurumlara karşı mücadeleyi öncelikli görevi olarak kabul ede[n]” programı, bu anlaşmaların Kürt halkına ve bütün halklara düşman özüne “hayır” demeyi ve demokratik muhalefetin önüne geçmeyi HDP için görev kılıyor.