Sayın Öcalan’a karşı geliştirilen mutlak tecrit, isimsiz ve adressiz tehdit mektupları gündemdeki yerini korurken Türkiye ve Kurdistan’daki hapishanelerden acı haberler gelmeye devam ediyor.
Hapishanede kalamayacak durumda olanların acil olarak tahliyeleri gerçekleştirilmediği ve toplumu harekete geçirecek bir duyarlılık sağlanamadığı için Van Yüksek Güvenlikli Hapishanesi’nde tutulan Bişar Yazıcı adlı tutsak yaşamını yitirdi.
Ailesinin Yazıcı’nın sağlık sorunları nedeniyle üç kez tahliye talebinde bulunmasına rağmen Adli Tıp Kurumu’nun (ATK) “cezaevinde kalabilir” raporu vermesinin ne anlama geldiği açık.
Bişar Yazıcı’nın oğlunun refakatçi olmasına izin verilmemesi, karaciğer yetmezliğine rağmen “cezaevinde kalabilir” raporunun verilmesi Kürtlere karşı uygulanan düşmanca hukukun ve geliştirilen kişiliksizleştirme ve onursuzlaştırma politikasının dışavurumu.
Ölüme giderken bile tutsakların sevdikleriyle yan yana olmasına izin vermeyen ceberut bir anlayış hâkim!
Bişar Yazıcı iki yıl önce Wan’da tutuklanmış ve hakkında “örgüt üyesi olmak” iddiasıyla 6 yıl 3 ay hapis cezası verilmişti.
Hapishanelerde çok sayıda hasta tutsak var ve hasta tutsakların yaşadığı en ciddi ihlal sağlığa erişim. Son yıllarda uygulanmaya başlayan, insanlık onurunu rencide eden ağız içi aramalar ve kelepçeli muayene dayatmaları nedeniyle tutsaklar hastanelere gidemiyor.
Ağır sağlık sorunlarına rağmen tahliye edilmeyen hasta tutuklular, her geçen gün insan hakları ihlallerinin arttığı cezaevlerinde ölüme terk ediliyor. İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) verilerine göre 651’i ağır bin 517 hasta tutuklunun durumu her geçen gün ağırlaşıyor. Sadece son iki yılda yüze yakın hasta tutsak hapishanede yaşamını yitirdi.
Pişmanlık dayatmalarıyla tutsaklara karşı geliştirilen uysal hâle getirme ve nesneleştirme politikaları sonuçsuz kaldı. İktidarın tutsaklara duyduğu öfke bu yüzden büyük. Ölümü kabul ediyorlar ama nedamet getirmeyi asla!
Tecrit, izolasyon, aşağılama, tehdit, azar, küfür, şiddetin her türü ve işkenceye rağmen iktidarın boyun eğdirme politikalarına karşı tutsaklar boyun eğmiyor.
Hal böyle olunca intikam hasta tutsaklardan alınıyor.
Türkiye’de hapishanenin tarihi baskı ve işkence tarihidir. İktidarın çıplak biçimde görülebildiği, baskı ve şiddetin daha da yoğunlaştırıldığı ve tutsakların tecrit ve izole edildiği mekânlardır.
Düşünen, sorgulayan, okuyan, yazan, araştıran, biat etmeyen, diz çökmeyen insanların geçmek zorunda bırakıldığı ve şiddet kullanılarak uysallaştırmanın hedeflendiği bir durak.
Şiddet deyince akla sadece fiziki şiddet gelmemeli. Düşüncelerinden dolayı bir insanın toplumdan tecrit ve izole edilmesinin kendisi başlı başına bir şiddettir ve insan varlığına aykırıdır.
Hapishanelerde yaşanan insan hak ve ihlallerini görmezden ve duymazdan gelmenin, tutsakları unutmanın ve seslerinin duyulması için gerekli olanı yapmamanın tarihi yükü kendine aydınım, demokratım, sosyalistim, devrimciyim, yurtseverim diyen herkesin omuzlarında.
Tutsaklar onca zorluğa karşı direnirken ölü taklidi yapmanın ve vicdanını birkaç tweetle rahatlatmaya çalışmanın ne yazık ki kimseye faydası yok.
İçerideki ihlallere karşı dışarıdakilerin sessiz kalışı ya da istenilen düzeyde tepki gösterememesi iktidarın tutsaklara karşı daha da cesaretlenmesine neden oluyor. Şiddet sessizlikten besleniyor. Sessizlik öldürüyor…
1990’lı yıllarda hem devletin hem de Hizbullah’ın hedefi haline gelen ama mücadelesinden vazgeçmeyen, 30 yıllık hapishane sürecinin büyük bir bölümünde ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşmasına rağmen baş eğmeyen Abdulhalim Kırtay’ı hatırlayalım.
Abdulhalim Kırtay 30 yıllık tutukluluğunun ardından tahliye edilmiş ve 51 gün sonra yaşamını yitirmişti.
Kırtay’ın son sözlerini unutmayalım: “Hasta tutuklulara sahip çıkın!”